Özel hayatta hoşgörülü, ülke hayatında korkulu…

Bekir Ağırdır


Kimlik ve değerler üzerinden yürüyen siyasetin hegemonyasından bir türlü çıkamayan Türkiye’de toplumsal yapıda son yıllarda yaşanan keskin dönüşüm dikkat çekici. Araştırma şirketi KONDA’nın Genel Müdürü Bekir Ağırdır’a göre Türkiye’nin önünde kalkınma, demokratikleşme, küreselleşme ve toplumsal dönüşüm olmak üzere dört önemli süreç bulunuyor ve mevcut siyasi model bu sürecin ihtiyaçlarına çözüm üretmiyor. Ağırdır, çözüm için üretilecek yeni modelin ortak değerler aramak yerine ortak kurallar aramak üzerine inşa edilmesi gerektiğinin altını çiziyor.

Türkiye’nin modernleşme macerasında 21’inci yüzyılda modernlik, muhafazakârlık gibi kavramlarla hesaplaşmamız hâlâ sürüyor. Tanımlarda uzlaşmaktan da uzağız. Öncelikle bu kesimlerin ağırlık tablosunu özetleyebilir misiniz?

Siyasi anlamda değil, hayat tarzları üzerinden baktığımızda, aşağı yukarı üçte birimiz modern, üçte ikimiz muhafazakâr. Ama sorun hayat tarzından değil, o hayat tarzlarına yüklenen siyasi anlamdan çıkıyor. Çünkü Türkiye’nin cumhuriyet projesi, özü itibarıyla bütün kimlikleri yok sayarak, temel olarak devlete karşı ödevleri tarif edilen tek tip vatandaşlığa dayanıyor. Cumhuriyetin iki hedefi var: Kalkınma ve toplumsal dönüşüm. Bunlar hâlâ 2013 Türkiye’si için de geçerli. Sorun hedefin bu olmasında değil bu hedefe varmak için seçilen araçlarda. Çünkü her iki hedef için de lokomotif görev devlette. Böyle başlamışız ama İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bütün dünyada temsili demokrasi yerine katılımcı demokrasi, 1960’lardan sonra insan hakları hayatımıza giriyor. Küreselleşmeyle başka bir dünya gelişmeye başlıyor. Bir yandan kalkınırken, adil gelir dağılımını ve adaleti doğru sağlamak, çevreye duyarlı bir ekonomi olmak gibi bir içerik var. Biz 2013 Türkiyesi’nde bile hâlâ kaba kalkınmacıyız. Bir büyüme fetişizmi var. Bütün politikacılarda ne gelir dağılımı, ne çevre duyarlılığı, ne sürdürülebilirlik öncelikli. Yolumuz kaç kilometre daha arttı diye bakıyoruz ama o yolun kalitesini konuşmuyoruz. Toplumsal dönüşüm tarafındaysa demokratikleşmek boyutu eklenmiş. Türkiye’nin önünde kalkınma, demokratikleşme, küreselleşme ve toplumsal dönüşüm olmak üzere dört tane süreç var. Ve cumhuriyetin modeli buna cevap üretmiyor.

Peki bugünkü siyaset üretiyor mu?

Bugünkü siyasetler de üretememiş. 1960’tan sonra bütün dünya bu değişimi yaşarken biz bu modeli reforme edememişiz. Edemedikçe her şey cumhuriyetle hesaplaşmak veya cumhuriyetin değerlerini korumak gibi bir gerilim seviyesinde kalmış. O gerilimi aşamadığımız için ekonominin ve kalkınmanın kalitesini, niteliğini, sürdürebilirliğini veya toplumun demokratikliğini konuşamıyoruz. Hep eski tartışmada, 40 yıl öncede kaldı Türkiye. O nedenle, ne yaparsanız yapın, Türkiye el freni sonuna kadar çekilmiş bir araba gibi. O gerilimi aşmak gerekiyor. Türkiye’de siyasetin toplumsal ve siyasal sorunlara çözüm bulma kapasitesi son derece düşük. Ekonomik sorunlara çözüm üretmiş evet, ekonomik verilere bakarsan ne kadar büyüdüğümüz meydanda. Ama ne zaman ki  siyasal sorunlar ekonomik sorunların üstüne çıkmaya başlamış, Türkiye gerilim yaşamış. Her darbenin de öncesi aşağı yukarı buna benzer. Şimdi de böyle bir hengame yaşanıyor. Bu kez tabii darbelerden farklı olarak toplum kendisi bu meseleyi hallederek yürüyor.

Nasıl hallediyor?

Göç yeni bir toplumsal hayat oluşturuyor. Göçle bu insanlar birbirlerinden farklı olmadıklarını, birbirlerinin bu toplumun bekasına zarar peşinde olan insanlar olmadıklarını görüyorlar. Siyasette onun getirdiği gerilim olsa bile bir yandan da bir çözüm süreci ve sakinleşme de var. Modernlerle muhafazakârlar yüz yüze geldi ve beraber yaşamaya başladı; problemi birazcık aşıyoruz. Benim şöyle bir mesafe tezim var: Göçle beraber aynı şehirlere, yani sosyal ilişki mesafesine geliyoruz. O yaklaşma, birbiriyle karşılaşma anında eğer siyaset ve medya, gelenlerin düşmanlar değil de bizim gibi insanlar olduğunu söylerse karşılayanlar daha sakin karşılıyor. Ama siyaset ve medya gelmekte olanların ya da geldiğimiz yerde yerleşik olanların bize düşman ve “öteki” olduklarını söylüyorsa o zaman silahları kuşanıyoruz. Benim “selam mesafesi” dediğim, aynı mahallede, aynı fabrikada, aynı işyerinde, aynı okullarda bir arada olmaya başlayınca fark ediyoruz ki “öteki” dediğimiz aslında bizden farklı değil, onun da bizim kadar umutları, talepleri var ve o illa benim zararıma olan bir şey istemiyor. İnsanlar bu durumda şöyle bir çözüm üretti: Bireysel hayatıyla sosyal hayatı ayırdı. Kendi özel hayatını ülke hayatından ayrıymış gibi yaşıyor. İnsanlar ailesine gelin-damat alırken, komşu olurken, aynı sitelerde yaşarken veya işyerinde, okulda yan yana çalışıp okumaya başlarlarken, “O Kürt ama onlar gibi değil, iyi bir adam” diyor. Ya da “O içki içer ama dine saygılı” diyor. Ama iş ülke hayatına dönünce “Tehlikeli bir şey var galiba” diyor ve ezberlerinden kurtulamıyor. Kendi özel hayatında daha hoşgörülü, daha talepkâr, daha umutlu ama ülke hayatına gelince daha düşmancıl, daha korkulu, bütün Kürtlerden, Alevilerden, dindarlardan, modernlerden korkan bir yapıya döndü. Dolayısıyla toplum gerilimin çatışmaya dönmemesini sağlayan böyle bir ikili yapı üretti. En azından şimdiye kadar korkulduğu gibi çatışmacı bir ortama hiç dönmedi.

Türkiye’de bireyselliğin son derece düşük olduğuna dikkat çekiyorsunuz. Türk toplumunun hangi dinamikleri Batılı manada bireyselleşme oranını düşürüyor?

Bireyselleşmeden kastımız, ekonomik, fikri, sosyolojik olarak ailesinden, bulunduğu cemaatten öteye geçerek kendini gerçekleştirmek seviyesine gelmiş, özgürleşmiş, eğitimli insanlar. Sanayi toplumu sosyolojisi insanlar kentlileşecek, feodal tarım toplumundan ve geniş aileden kurtulacak, sanayiye işçi veya ofislerde beyaz yakalı çalışan olacak, bireysel özgürlükleri içselleştirmeye başlayacak diyor. Türkiye’de böyle bireyselleşmiş diyebileceğimiz insan kitlesi toplumun beşte biri. Beşte dört bu bireyselleşmenin tersinde bir pozisyon alıyor ve bunu bilinçli yapıyor. Eskisi gibi geniş aileler kalmadı, haneler ve hanelerdeki insan sayısı küçülüyor ama ilişki ve iletişim üzerinden baktığınızda geniş aile var. Buna “duygusal geniş aile” diyoruz. Bayramlarda insanların yüzde 80’i Batılı ülkelerde olduğu gibi deniz kenarına tatile değil, aile toprağına gidiyor. Yani aile ilişkisi çok canlı biçimde ve eskisinden daha yoğun biçimde sürüyor, sadece biçim değiştirdi. Yeni kent tanımından dolayı mekansal olarak insanlar yan yana değil ama insanların kendi içindeki dayanışması müthiş. Bu belki de insanların ya da toplumun yeni problemleriyle baş etmek için kendi ürettiği çözümlerden bir tanesi. Ve benim tezim şu ki; bu, kalıcı olacak artık. çocukların yüzde 80’i gelecek hayalini ailesinin değerleri üzerinden düşünüyor.

Ve ailenin de daha iyi bir hayata ulaşma arzusu da çocuklar üzerinden tezahür ediyor.

İkinci boyutu da bu. Ailelerin daha iyi bir hayata ulaşma arzusu kendi emeği veya kendi becerisi üzerinden değil, çocuğu üzerinden. Bu ülkede üniversite mezunu yüzde 11, lise mezunu da yüzde 27. Ortalama eğitim 7,8 yıl. Hâlâ sekiz yıllık temel eğitimi bitirememiş bir toplum.  Meslek sahipliği oranı yüzde 10-15. Hukuka güvenmiyoruz, diğerlerine güvenmiyoruz, ötekileştirme ve hoşgörü düşüklüğü içindeyiz. Herkes bütün bu olumsuz tabloya rağmen sokağa çıkıyor ve daha iyi bir hayat için uğraşıyor. Sosyal yardımlaşma, yoksullarla paylaşma gibi sosyal devlet uygulamaları eksik olunca, insanlar çocuğu okur ve geleneklerine bağlı, ataya saygılı biri olursa ve aileyle bu ilişkiyi sürdürürse aileyi de daha iyi bir yere doğru taşır diye umuyor. Bu toplumun böyle bir dayanışma mekanizması var ve bu kötü bir şey değil. Dolayısıyla buradan bakınca, Kur’an kursu talebi dinden çok, ahlaki referansları öğrensin talebidir. Çünkü çocuk okumaya gittiğinde bir anda bireyselleşmiş ya da kendi ailesini hakir gören bir çocuk olacağına ahlaki referanslara, ailesine ve geleneklerine bağlı bir çocuk olsun ki beni de yadsımasın umuduyla Kur’an kursuna gönderiyor.

Araştırmadaki toplumun üçte ikisinin ülke hayatı için en büyük korkusunun geleneklerden kopmak olarak belirmesi de bunun sonucu gibi görünüyor.

Evet, bu söylediğimi teyit eden en önemli bulgu o.

Çocuğunun hayatı üzerinden geleceğini toparlama bakışı bugünün ekonomik hayatına nasıl tezahür ediyor?

Toplumun yüzde 50’si ekonomik olarak çok ciddi dayanışma içinde. Bu toplumun yaşadığı bütün bu karmaşaya rağmen bence çok önemli meziyetlerinden birisi. Bunca alt üst oluşu bu toplum kavgayla değil de böyle bir biçimde aşıyorsa bu önemli. 1969, küreselleşme, demokratikleşme gibi birçok faktörden dolayı dünyanın sanayi toplumundan bilgi toplumuna doğru dönmeye başladığı bir sürecin başlangıcı. 1969-1980 arasında 11 yılda Türkiye’deki hükümetlerin ortalama ömrü 10,5 ay. 1983-2002 arasındaki 20 senedeyse 1 yıl 4 ay; aradaki üç yıl da  darbe dönemi. Dünyanın yeniden kurulmayı yaşadığı 40 yıl boyunca Türkiye siyaseten vizyonsuz ve yönetilemeyen bir ülke. Buna toplumun tepkisi köylerinde kalıp hayata razı olmak olabilirdi ama görüyoruz ki toplum bambaşka bir şey üretmiş. Tabii ki kaotik üretmiş çünkü bu değişime uygun yönetim olmayınca da işte böyle kentler, böyle kalite, böyle mimari oluyor. Bugün konuştuğumuz problemlerin önemli bir kısmı bu 40 yılın siyaseten yönetilemeden, kendiliğinden gelişmiş olmasının sonucu.

Bu nasıl aşılacak peki?

Bugün bu toplumun dinamizmini sağlayan şey insanların bu değişim talebi. O yüzden bu topluma kaderci diyenler çok yanılıyor. Bir ülkenin yarısı 30 yılda bulunduğu yerden çıkıp başka bir kente göç eder de hâlâ bu topluma kaderci denebilir mi? Bu insanların değişim talebinin ne kadar güçlü olduğunun göstergesi ama hâlâ bizim siyaset dünyamız bunun farkında değil. Bugün siyaseten bu kadar muhafazakârlık tartışmalarının yapılıyor olmasının sebebi de o. Toplumun önünde böyle bir önderlik olmadığı için toplum bir yandan bu değişimi yaşamak istiyor, kendi hayatında bu değişimi bizzat görmek ve o değişimin nimetlerinden yararlanmak istiyor. Daha iyi bir hayata, daha iyi refaha, daha iyi okullara, hastanelere ulaşmak çabasında. Toplum kendi değişim talebine emniyet subabı arıyor. Yaşanan siyasi gerilimlere güvenemediği için suya atlarken, kendini bir ağaca ipiyle bağlayıp atlıyor. Bugün toplum muhafazakarlaşıyor mu tartışmalarının kökeninde aslında bu var. O bağladığı ağaç eğer hukuk, ortak değerler değilse, ya gelenekleri ya dini oluyor. Sen bunun yerine hukuku koyamamışsın, toplumsal yapıları koyamamışsın, yönetim düzenini sistemini koyamamışsın ve dönüp topluma kızıyorsun. Buna hakkımız yok ki.

Gündelik hayatın somut taleplerine odaklanmak siyaset için pratik bir çıkış yolu gibi görünüyor bu durumda?

Türkiye’deki siyasetin en büyük problemi, tüm partilerin bütün bu gerilimleri çözme iddiasında bir model üretmek yerine hep gerilimlerde pozisyon alması. Dünyadaki ve  Türkiye’deki değişimin iki boyutunu göremediler. Türkiye’de yaşanan bu gerilim ve problemlerin sadece Türkiye’ye özgü olduğunu sanıyorlar. Sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçerken bütün dünyada hayat değişti. Bütün dünya bunun sancısını yaşıyor. Ne Kürt meselesi, ne laiklik tartışmaları, ne Alevi meselesi, ne kadın meselesi sadece Türklere özel problemler. Bunu yaşatan dinamiklerin bütün ülkelerde farklı sonuçları var.  Ama bizim siyasetimiz bunu dışarıdan ithal edilmiş sorun sandığı için küreselleşmeye veya demokratikleşmeye karşı pozisyon alıyor ve bunun içinden yeni bir anlam dünyası da üretemiyor. O zaman içine kapanmak, daha ulusalcı veya milliyetçi olmak, daha korkmak gibi başka şeyler üretti. İkincisi, bilgiyle beslenemedikleri için bu yeni hayatın yeni bilgisinden yararlanma yollarını da bulamıyorlar. Bizim siyasetçiler nanoteknolojiyle siyaset arasında bir bağlantı nasıl olabilir farkında değiller. Dolayısıyla yeni bilimden beslenme imkânları yok. Bilişimin zihniyet dünyamızı ne kadar değiştirdiğinin, sağlık ve gündelik hayatımızda neyi değiştirdiğinin farkında değiller. O zaman eski pozisyonlarından gerilim üretiyorlar. Gündelik hayatın çok basit, sade ihtiyaç ve talepleri siyasetin konusu olmaktan çıktı. Bu ülkede Türkçe bilmeyen iki milyon Kürt var. İSKİ abone merkezi, bazı mahallelerdeki şubelerinde birer tane Kürtçe bilen memur oturtsaydı hiç kavga konusu olmadan hallederdik meseleyi. Veya türbanla 20 sene kaç tane kızımızın ve ailelerinin hayatını mahvettik. Bugün yeniden bir sakinleşmeye ihtiyacımız var. Yeniden gündelik hayatın ihtiyaçlarını, sade meseleleri konuşalım ve çözerek yürüyelim. Yeni bir hayat kuracaksak -ki bu kaçınılmaz- Türkiye bu gerilimleri artık taşıyamaz noktaya  geldi.

Türkiye’deki aile yapısındaki bu tablonun kalıcı olacağını düşünüyorum dediniz. Bir taraftan Batı’nın gelişimi içinde bireyselleşmenin çok farklı perspektifler getirdiğini de biliyoruz. Bireyselleşememenin olumsuz yansımaları olur mu Türk toplumuna.

Evet, sanayi toplumu sosyolojisiyle bakınca bu sıkıntılı gibi görünüyor. Ama bizim kendi modelimizi üretmemiz lazım. İnsanları ya da toplumları daha iyi bir hayata doğru taşımanın kritik eşiği yaratma ve düşünme özgürlüğü. Eğer bunu sağlarsak, bireyler aileyle mi yaşıyor, cemaatlere mi bağlı, çok mu hemşehrici davranıyor önemi yok. Üreteceğimiz yeni model, ortak değerler aramak yerine ortak kurallar aramak üzerine olmalı. Hepimiz kendi evimizde nasıl istiyorsak öyle yaşayalım. Ama sokağa çıktığımız an hangi anadilde, hangi cinsel eğilimde olursak olalım, ortak kuralları oluşturabilirsek önemli bir eşiği aşarız. İki kritik nokta var. Birincisi, 10 bin yıllık insanlık tarihinin insan hakları gibi birtakım evrensel değerleri var. Birbirimizin kılık kıyafetinden, hangi dilde konuşacağımızdan dayatmak yerine ortak kuralları evrensel insan haklarına göre belirlemek gerekiyor. İkinci kritik noktaysa, yaratma ve düşünme özgürlüğünün önündeki engelleri kaldırmayı becerirsek gerçekten bunu aşarız. Geleneklerin veya aile yapısının bile bunların önünde engel olmamasını sağlayabilmek gerekir. Şimdi herkes anayasada vatandaşlık kavramını tartışıyor. Anayasaya düşünme ve yaratma özgürlüğünü koyalım. Çünkü bu topraklarda bir yandan da toplumsal yapının handikapları da var. Kadın meselesi bunlardan birisi. Toplumsal dönüşümün önünde en büyük zihni kelepçe kadın meselesi. Kendi gündelik hayatımızda hangi gelenekler, kurallar ya da tercihlerle yaşadığımızdan  ayrı olarak, bağımsız ve özgürce düşünebilen insanların, cemaatlerin, kurumların üreteceği yeni hayat bize her zaman daha yararlı şeyler üretecek.

 

Bu röportaj Optimist dergisinin Mart 2013 sayısında yayınlanmıştır.

Newsroom: İdeal gazeteciliğin dizisi

Yakın zamanda Sosyal Ağ adlı filmle büyük başarı yakalayan Oscarlı senarist Aoron Sorkin, şimdi de yeni dizisi “The Newsroom” ile medya ve habercilik dünyasını konu alıyor. ABD’de yayına giren dizinin her bölümünde gerçek bir olay ele alınıyor. Jeff Daniels’ın canlandırdığı Will McAvoy adlı sivri dilli bir sunucunun ve layıkıyla gazetecilik yapan ekibinin etrafında geçen dizi verdiği ders gibi mesajlarla dünya basınında yankı bulmayı başardı. Zira senarist Sorkin’in hedefi, olması gereken gazeteciliği anlatmak ve ana akım medyada yapılan haberciliğin problemli yanlarını gözler önüne sermek.

Almanya’nın en büyük haber dergisi Der Spiegel dizinin konseptini okurlarına şöyle duyuruyordu: “Ana haber bülteni Newsnight’ın sunucusu Will McAvoy, her zaman yeterince mesafeli bir duruşa sahip, hep en sıcak ve özel haberin, skandalın içindeki skandalın peşinde bir isim. Arkasında ise dünyanın en iyi haber ekibi bulunuyor, hırslı gazeteciler, hepsinin yüksek değer ve etik yargıları var. Her daim tempolu ve sert bir haber süreci. Tam bir masal gibi…”

İsviçre’de yayımlanan Basler Zeitung ise diziyi şöyle tarif ediyordu: “Yeni dizi Newsroom, ekonomik krizin tehdit edici biçimde etkilediği medya ve gazeteciliği konu alıyor. İyi gazeteciliğin nasıl olması gerektiğini gösteriyor. Bazen fazla abartılı ve gerçeklerden fazla uzak bir kurgu olmasına rağmen yine de buna gazeteciliğe dair bir methiye diyebiliriz”

Belçika’nın en yüksek tirajlı Het Laatste Nieuws gazetesi ise Sorkin’in “Bugün bizlere nelerin, ne şekilde haber olarak sunulduğuna baktığımızda, bunun bir haber programından ziyade bir eğlence programı olduğunu görüyoruz, bu da hiç iyi değil” cümlesini sayfalarına taşıyordu. Gazeteye göre dizinin sırrı, gerçek olaylar etrafında örülen ve “Bunlar nasıl haberleştirilebilirdi?” sorusuna yanıt veren hikâyelerden oluşması: “Dizinin gördüğü ilgi aynı zamanda araştırmacı gazetecilerin ve medyanın halen dördüncü erk olarak görevini yerine getirdiği Watergate dönemine duyulan nostaljik özlemi de gün yüzüne çıkarmış oluyor. Sorkin Newsroom’un olması gerektiği gibi bir gazeteciliğe ilan-ı aşk olduğunu söylüyor.”

Kablolu kanallardan yayımlanan ve sağlam bir oyuncu kadrosuna sahip bu ilk dizisinde yeniden ekranlara dönen Aaron Sorkin, Fransa’dan Telerama’nın internet sitesinde şu sözlerle anılıyordu: “Sorkin’de en çok sevdiğimiz şeyler, iktidar tutkusunu ve kulislerde yaşananları aktarış biçimi, diyalogların sivriliği, hikâyenin kurgusundaki zekâ, göze çarpan karakterler.”

TRT Türk-Dünyadan Haberdar-21 Temmuz 2012

Futbola şahin gözü

“Top kaleyi geçti mi, geçmedi mi?” Artık bu tartışmanın sonu geliyor. Uluslararası Futbol Birliği Kurulu FIBA futbol kamuoyunda uzun zamandır tartışılan kale çizgisi teknolojisini hayata geçirme kararı aldı. Yeni teknoloji Aralık ayında oynanacak Dünya Kulüpler Şampiyonası’nda ilk kez uygulanacak. Uygulama 2013 Konfederasyon Kupası ve Brezilya’da yapılacak olan 2014 Dünya Kupası’nda da devam edecek. Kararın alınmasında Euro 2012 grup karşılaşmalarında oynanan Ukrayna-İngiltere maçında, Ukraynalı Deviç’in vuruşunda top çizgiyi geçtiği halde hakemin gol kararı vermemesi etkili oldu. Ancak dünya basınında karar tartışmalara yol açtı. En şiddetli tartışmaysa futbola teknolojinin bu derece hakim olması konusunda yaşanıyor.

2013 Konfederasyon Kupası ve 2014 Dünya Futbol Şampiyonası’nda statların bu teknolojiyle donatılmasının maliyetini FIFA karşılayacak. Bir stat için maliyet ise 200 bin dolar. Kararı, Fransız spor dergisi L’Equipe, “Futbolda ufak bir devrim hazırlığı yapılıyor” sözleriyle duyuruyordu. Meksika’nın en çok satan gazetelerinden El Universal de kararı olumlu bulanlar arasındaydı: “Futbol muhafazakârları, kararları insanın kusurlu gözüne bırakarak Ortaçağ’da yaşamaya devam etmek istiyorlardı. Sonunda boyun eğdiler ve yeni bir çağ başlıyor. En azından, bir maçta hakemin en önemli kararı olan golle ilgili yeni bir dönem başlaıyor.”

Şimdilik her ülkenin federasyonu kale çizgisi teknolojisini uygulamaya koyma kararında serbest. İsviçre’den Neue Zürcher Zeitung, farklı farklı uygulamaların futbolun ruhunu zedeleyebileceği eleştirilerini yansıtıyordu: “Bu durumdan ötürü futbolun tüm dünyada eşit ve aynı şartlar altında oynanması kaidesinin bozulacağı eleştirileri yapılıyor. Özellikle üçüncü dünya ülkelerinde bu tür bir yatırıma nasıl ve nereden para bulunacağı tartışılıyor.”

Almanya’nın en çok okunan ikinci gazetesi olan Süddeutsche Zeitung, yeni teknolojinin gol kararını sadece hakeme bildirmesine ve seyircilerle paylaşılmamasına sert tepki gösteriyordu: “Pahalı teknolojik sistemler uygulamaya konulmasına rağmen halen seyirciye tamamen net ve şeffaf kararlar sunulmayacak. Sistemin bildirdiklerini dikkate alıp almama serbestliği yine hakeme kaldı. Bu durumda yine bir şey değişmeyecek. Hakemin kararı TV görüntüleriyle örtüşmediğinde, teknolojiye rağmen yine aynı eski şiddetli tartışmalar kopacak.”

İtalya’nın en yüksek tirajlı ikinci gazetesi La Repubblica ise konuya medya-futbol ilişkisi açısından bakıyordu: “Şöyle bir risk de var: Televizyon bu şekilde, tıpkı soyunma odalarını ele geçirdiği gibi şimdi de sahaları ele geçirip hakemin elinden gücünü alarak futbolun daha çok patronu olmak için elinden geleni yapacaktır.”

Görsel: football365.com

Not: TRT Türk-Dünyadan Haberdar-14 Temmuz 2012

Dünya basınında Suriye öngörüleri

Suriye’de 15 bin kişinin ölümüne neden olan zulüm bitmek bilmiyor. Ülkede her gün kan akmaya devam ederken BM ve Arap Birliği özel temsilcisi Kofi Annan’ın planı ise rafa kalkmak üzere. Rusya ve Çin’in, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad yanlısı tavırları nedeniyle uluslararası bir işbirliği sergilenemeyen krizde bundan sonrasına dair senaryolarsa muhtelif! Dünya basınında yorumcuların en çok üzerinde durduğu beklentiyse Rusya’nın tavrındaki muhtemel değişiklik. Soruna derman olamayan Annan ise eleştiri oklarının hedefinde…

İtalya’nın en yüksek tirajlı gazetesi Corrierre Della Sera, Batı’nın Suriyeli isyancılara şimdilik sadece silah temin etmekle yetindiğini ve kimsenin Libya usulü bir müdahale düşünmediğini belirtiyordu: “Askeri bir faaliyet beklenmedik senaryolar doğurabilir ve pahalıya patlayabilir. Aralarında aşırı dincilerin de olduğu isyancılara karşı bir güvensizlik de var. ABD’nin eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’ın dediği gibi: Eğer arkasından ne geleceğinden emin değilsen uzak dur. İşte Suriye de bu kategoriye giriyor.”

İsrail’in Jerusalem Post gazetesi ise uğradığı başarısızlık nedeniyle Annan’ı şiddetle eleştiriyordu: “Annan tüm girişimleri ve yapıcı diyaloglarla ateşkese dair palavralarıyla hüsran yarattı ve sorumluluklarını yerine getirmediği için Esad’ın suç ortağı haline geldi. Bu tür misyonlar için hiçbir şekilde uygun kişi olmadığını da kanıtlamış oldu.”

Fransa’nın liberal sol eğilimli Le Monde gazetesi ise, “Suriye’deki Baas ve İslam” kitabının yazarı Thomas Pierret’in Suriye’de bir şeylerin değişebileceği yorumuna yer veriyordu. Pierret’e göre, yakın bir tarihe kadar birçok kişi Suriyeli muhaliflerin Esad’a karşı zafer kazanamayacağından emindi. Ancak son haftalarda yaşanan gelişmeler, isyancıların bir zafer kazanması ihtimalinin hâlâ uzak olmakla birlikte mümkün olabileceğini ortaya koyuyordu: “Ancak Özgür Suriye Ordusu’nun bu yükselişi, ülkedeki siyasi karışıklığa son vermek için yeterli değil. Suriye muhalefetinin siyasi zaferi, sadece askeri zaferine bağlı değil. Elde edilen askeri zaferler, isyancıların Rus ve İranlıları ikna etmek için faydalanması gereken bir unsur.”

Eğer dünya basınında, Rusya’nın olası tavır değişikliğine dair artan beklentilere bakılırsa bu mümkün de olabilir. Zira Fransa’dan sol eğilimli Libération’a göre, Esad’ın daimi destekçisi Moskova, Şam rejiminin artık durumu kontrol edemez bir halde olduğunu anladı. “Esad’ın gidişi bir tabu olmaktan çıktı. Ancak Rusya’nın gözünde bu ancak Suriye halkı tarafından yürütülen sürecin bir sonucu şeklinde gerçekleşebilir.”

Almanya’nın en önemli köşe yazarları arasında bulunan, eski Şansölye Helmut Kohl’ün danışmanı Prof. Michael Stürmer de Rusya’nın pozisyon değiştirdiği fikrindeydi. Die Welt gazetesindeki yorumunda Stürmer, güçler dengesinin Esad’ın aleyhine değiştiğini iddia ediyordu: “Rus dış siyaseti, bugüne kadar gösterdiği desteğin ahlaki, siyasi ve stratejik maliyetini yavaş yavaş dikkate almak zorunda kalıyor ve yeni bir değerlendirmeye gidiyor. Rusya şu anda ABD’ye yönelik olan, ama yarın kendisine karşı da yönelebilecek bir üstünlük sağlamasında İran’a yardımcı olsun ki?”

Görsel: Guardian

Not: TRT Türk-Dünyadan Haberdar-14 Temmuz 2012

Das Kapital’in röntgeni

Roman Rosdolski, Marx’ın Kapitali’nin Oluşumu’nda bu dev eserin yaratım sürecinde yapılan değişikliklerin nedenlerini ve sonuçlarını araştırıyor.

“Kendim de mali sıkıntı içinde olmama rağmen, 1849’dan beri hiç bu bunalımdaki kadar keyifli olmamıştım” diye yazar Karl Marx, Friedrich Engels’e 1857’de. Bugünküne benzer, hatta daha derin bir ekonomik kriz tüm dünyayı kasıp kavurmaktadır o yıl. Fransa’da çok uluslu şirketlerin atalarından Credit Mobilier’ın spekülasyonlarıyla yatırımlar düşmeye, altın fiyatları artmaya başlar. İngiltere de İran ve Çin savaşlarının ardından Hint ayaklanmasıyla başlarda direnebildiği krize kapılır, Eylül’de Amerikan maliyesi iflas eder, bir ay sonra da İngiltere Merkez Bankası çöker, iflaslar peşi sıra gelir.

Engels’in yaşam öyküsünü yazan Mayer’in onları andığı isimle, “İki Kişilik Parti” heyecan içindedir. Tüm bu olayları devrimin habercisi olarak yorumlamaktadırlar ve Karl Marx bu bunalımı açıklamak için -devrimden önce bitirme gayretiyle- hummalı bir çalışma yürütmektedir. 1847’de Felsefe’nin Sefaleti kitabıyla Proudhon ile bağlarını koparmış, 1848 devrimleri gerçekleşip kısa sürede bozguna uğramıştır. Komünist Manifesto’yu yazan ve Almanya’dan sürgün edilen Marx, 1851’den 1857’ye kadar British Museum’a kapanır ve ekonomi çalışmalarına odaklanır. Bu dönemde New York Tribune gazetesine yaptığı haberler ve New American Cyclopedia’ya katkıları dışında çok az şey yazar. Bu uzun araştırma evresinin ardından, 1857’nin Temmuz ayından 1858’in Mart ayına kadar tuttuğu defterlerde radikal yenilikte, inanılmaz bir özgünlükte, kapsamlı ve derin bir ekonomi teorisini içeren 700 sayfalık çalışmasını yazar. Çalışmalarının yer aldığı defterler (Grundrisse-Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma), Marx’ın ileride yayımlamayı planladığı büyük eserin hazırlık evresidir. Bu çalışmalar, 1859’da Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın, (KATKI) 1861-1863’de Kapital’in ilk taslağının, 1864-1866’da Kapital’in birinci ve üçüncü ciltlerinin ve 1867-1870 ve 1877-1878’de Kapital’in ikinci cildinin yazılmasından oluşan dizinin ilk halkasıdır.

Marx’ın politik ekonomi teorisinin ve yönteminin oluşması bakımından 1857 dönüm noktasıdır. Marx dev eseri için Ham Taslak olarak adlandırılan orijinal planını ortaya koyar. Bir sonraki yıl beklediği devrim patlamadan önce bitirmeyi planladığı büyük eserinin üzerinde, bundan sonra ölümüne kadar 25 yıl daha çalışacağını henüz bilmiyordur. İşte Otonom Yayıncılık tarafından yayımlanan Roman Rosdolski’nin, Marx’ın Kapitali’nin Oluşumu kitabı (Orijinal baskısı 1968) bu yıllar boyunca Marx’ın politik ekonomi teorisinin ve yönteminin izlerini sürerken, Das Kapital’in zorlu yolculuğunun geçirdiği değişimleri neden ve sonuçlarıyla analiz ediyor.

Marx’ın ekonomi çalışmasının olgunlaşma aşamalarını 1844’e kadar dayandıran Rosdolski temel olarak 1857’deki Ham Taslak’ın orijinal planıyla Kapital’in 1864’deki planı arasındaki farklılıklardan yola çıkıyor. Zira Marx 1857’de tüm ekonomi çalışmasını 6 temel kitaptan oluşturmayı planlar. Sermaye, Toprak Mülkiyeti, Ücretli Emek, Devlet, Dış Ticaret ve Dünya Piyasası ve Krizler. Bunlardan son üçü taslak olarak verilip kaba hatlarla sınırlanacaktı. Fakat 1864-65 planı bu kitaplardan söz etmiyor. Dahası, Toprak Mülkiyeti ve Ücretli Emek kitaplarını da yazmaktan vazgeçmiştir Marx. Fakat Rosdolski bunların temel konularının 1864-65’de şekillenen Kapital’in birinci ve üçüncü ciltlerinin el yazmalarına eklendiğini belirtiyor. Böylece “orijinalde altı kitap olarak tasarlanan çalışma, tek bir kitaba, Sermaye Üzerine Kitap’a (Das Kapital) indirgenmiştir” diyor Rosdolski.

Diğer değişikliklere gelince, 1857 planında “Sermaye Üzerine Kitap” şu bölümlerden oluşmaktaydı:  Genel Olarak Sermaye (Sermayenin üretim süreci, Sermayenin dolaşım süreci, Kâr ve Faiz), Rekabet, Kredi Sistemi ve Hisse Senedi Sermayesi. Ancak 1865-66 planı şu şekilde bölümlenir: Sermayenin Üretim Süreci, Sermayenin Dolaşım Süreci, Bir Bütün Olarak Sürecin Biçimleri ve Teori Tarihi.

Rosdolski doğal olarak bu ve benzeri değişikliklerin nedenlerini ve Marx’ın metodolojisiyle ilişkisini sorguluyor. Zira Marx’ın sisteminin anlaşılmasında bu sorunun önemi büyük. Rosdolski önce bu soruya geçmişte Marx’ın zayıflığına, teorisini ancak o tarihte olgunlaştırdığına vurgu yaparak verilen farklı yanıtları, çerçeve değişikliğinin daha önce kararlaştırıldığını göstererek yanlışlıyor ve Kapital’deki temel kavramları KATKI’ya, Alman İdeolojisi’ne, artı değer teorilerine ve en önemlisi Grundrisse’ye geri dönüşlerle inceliyor. Grundrisse’nin Rosdolski için önemi ise Kapital’de analitik biçimde sunulan kavramların -hepsi derinlemesine olmasa da- Grundrisse’de kusursuz bir diyalektik yöntemle ele alınmış olması. Bu yüzden Marx’ın kavramlarını ve kategorilerinin gelişimini, değişimini anlamak için Grundrisse hayli önemli.

Rosdolski detaylı analizinin ardından araştırmasının sonuçlarını şöyle açıklıyor: “Marx, araştırmasının en temel kısmını –endüstriyel sermayenin analizini- tamamlar tamamlamaz, çalışmanın, kendini açıklığa kavuşturmanın bir aracı olarak hizmet etmiş olan önceki yapısı gereksiz hale gelmiştir… Sermaye kategorisi kendi saf biçimiyle incelenebilsin diye, diğer her şey ilk anda göz ardı edilebilirdi ve edilmeliydi. Plan amacına hizmet etmişti ve zaten elde edilmiş sonuçlarda herhangi bir temel değişikliğe yol açmadan, analizin daha ileri aşamalarında terk edilebilirdi…” Rosdolski Marx’ın Ücretli Emek Üzerine Kitap’ın yazımından ise, ücret ve ücret biçimleri analizini Kapital’in birinci cildine kaydırdığı için vazgeçtiğini (bizzat kendisinin Engels’e yazdığı mektupla) vurguluyor.

1979’da birinci baskısı yayımlanan Grundrisse’nin Türkçe çevirisini yapan Sevan Nişanyan kitaba yazdığı geniş önsözde, Grundrisse’den hareketle Kapital’in oluşma sürecinde nelerin değiştiği konusunun epey tartışmaya yol açtığını belirtiyor. “Özellikle Rosdolski’nin anıtsal eserini burada anmadan edemeyeceğiz,” diyor Nişanyan; “ancak Rosdolski’nin her iki kitap hakkında sağlam yargılarına rağmen, Marx’ın düşüncesindeki gelişmeyi hakkıyla değerlendirebildiği söylenemez” eleştirisini de ekliyor. Nişanyan, plandaki değişmeleri Marx’ın 1858’in ilk yarısında kâr teorisi üzerinde çalışırken yöntemi ile birlikte, bu yöntemin gerektirdiği yeni planı da bulduğu şeklinde yorumluyor. “Çalışma artık, bütün her şeyi teker teker inceleyecek bir ekonomi sistemi oluşturmayı değil, bunların temelindeki asıl yapıyı keşfetmeyi amaçlamaktadır. Marx, sermaye olgusunu bir bütünü oluşturan etmenlerin biri ya da en belirleyici olanı değil, burjuva toplumundaki üretim ilişkilerinin, yani sınıf ilişkilerinin temeli olarak sunmaktadır artık.”

Rosdolski’nin kitabı sermaye, emek, meta, değişim-kullanım değeri, kriz, üretim, yeniden üretim gibi Marx’ın temel kavramlarını, Marx’ın hangi eserinde hangi bağlamda kullandığını analiz ediliyor. Üstelik her bir kavram ve kategorinin Marx ve Engels’in yazışmalarında nasıl tartışıldığını gösteriyor. Marx’ın para teorisini ilk formülasyonundan itibaren ele alıyor Rosdolski, Rosa Luxemburg’un eleştirilerine, sözde sefilleşme teorisinin içyüzüne ve artı değer analizinin hassas noktalarına neşter vuruyor.

Kitap Marx’ın analizini anlamak için iyi bir referans kitap niteliğinde. İşte bir örnek: “Sermaye kendi kendini arttıran bir değer, dolayısıyla bir süreç olarak anlaşılmalıdır. Bu amaçla sadece bir değerler ya da emek ürünleri toplamından değil, değişim değerinden yola çıkmak gerekir. Bu nedenle Marx’ın analizi burada başlar.” Ya da, “Bir önceki bölüm (Üretim Sürecinde Değerin Yaratılması ve Değerin Korunması), bizi Marx’ın sisteminin merkezi kategorisine, ‘daha evvelki tüm ekonomiyi kökten değiştirecek ve tüm kapitalist üretimin anlaşılmasında bir anahtar sağlayacak olan’ artı değer teorisine götürmüştür.”

Marx’ın yeniden gündeme geldiği içinde bulunduğumuz krizde Rosdolski’yi okumak yeni bir pencere açacaktır.

>Kitaptan:

Bu kitabın asıl amacı, metodolojik bir niteliğe sahiptir. Bu kitapta, daha önceki araştırmaların fazlasıyla Marx’ın ekonomi çalışmasının maddi içeriğini ele aldığını ve onun özgün inceleme yöntemine çok az ilgi gösterdiğini kabul eden bir konumdan hareket ettik. Bu nedenle metodoloji konusunda Ham Taslak’tan öğrenebileceğimiz çok şey olduğunu göstermeye çalıştık. Ama bu doğruysa, o zaman bu çalışmanın incelenmesinden elde edilebilecek metodolojik öngörüler, aynı zamanda Marksist ekonomi içindeki bazı eski anlaşmazlıklara, özellikle de Kapital’in II. Cilt’inde ele alınan ve üzerinde çok tartışılan yeniden üretim şemaları meselesine ve gerçekleşme sorununa yeni bir ışık tutmalıdır.

Kitap Postası Sayı:1; 7 Temmuz 2012

Yazar olmak isteyen parmak kaldırsın

Gençlik romanı kategorisine başarılı bir örnek daha Türkçe’ye kazandırıldı. İtalyan yazar Paola Zannoner, Mia gibi yazar olmaya erken karar verenler için bol tüyolu, eğlenceli bir roman yazmış.

“Büyüyünce ne olacaksın?” sorusuna verdiği bin bir yanıtla büyümemiş çocuk yoktur herhalde. Ben mesela, çok açgözlüydüm. Teknik ressam olan eniştem T cetvelini hediye edince mimar olmaya, kitaplığına hayran olduğum teyzemin kızı Basın Yayın Fakültesi’ni kazanınca gazeteci olmaya, liseye başladığımda etkilendiğim felsefe hocasına özenip felsefeci olmaya karar verdiğimi hatırlıyorum. İnsan pek çok durakta makas değiştirdikten sonra bir meslekte karar kılar ya da bir meslek onda. Türkiye’de bugünlerde gazeteci ve yazarların başına gelenleri gören genç yaştaki insanlar için bu duraklar arasında yazarlık var mıdır bilinmez. Fakat eğer varsa, Altın Kitaplar’dan çıkan Paola Zannoner’in Mia’nın Günlüğü-Yazar Olmak İstiyorum adlı kitabı onun için iyi bir yol haritası olurdu.

Zannoner’in kahramanının adı Maria Veronica Maltagliati. Ama 13 yaşındaki kahramanımız hiç de sevmediği bu ad yerine daha çocukken kendine başka bir isim koyuyor: Mia. Mia’nın hayali yazar olmak. Tesadüflerin hayatta ne kadar büyük rol oynadığı malum. Tabii romanlarda da. Mia da bu istekle yanıp tutuşurken ünlü bir yazarlık okulunun açtığı bir yarışmanın duyurusuyla karşılaşıyor. Kendi yaşlarında 20 kadar öğrencinin kayıt yaptırabileceği kursun seçmelerine katılmaya karar veriyor hemen. Ama doğal olarak karşısında bir sorun var. Ne yazacak ve daha önemlisi hikâyesini nasıl anlatacak? Özgün bir metin oluşturmak için nasıl bir yöntem izleyecek ve bütün şehirden yarışmaya katılacak olan zorlu rakiplerinin arasından nasıl sıyrılacak? Mia bunun için çocukken yazdığı günlüklerini okumaya başlar. Bir yandan aradığı ipuçlarını eski günlüğünde bulmaya çalışan Mia bir yandan da geçmiş ve şimdiki hayatı arasında duygu dolu bir yolculuğa çıkar.

Mia, günlüğünde anlattığı olaylarda biraz yaşadıklarından biraz hayal gücünden faydalanmış. Yazar olma hevesiyle çocukluğunda yazdıklarını, hikâye anlatmanın unsurlarını gözeterek inceliyor. Önce günlüğünden bir bölümü okuyor, sonra da bir yazar gözüyle kullandığı anlatım tekniğini inceliyor. İlk hikâyede önce Mia’yı, yani kahramanı tanımaya başlıyoruz. Annesi, babası, sürekli didiştiği kardeşi Berni, arkadaşı Genni ve köpeği Robbi belli başlı huylarıyla birer birer karşımıza çıkıyor. Daha sonra ise hikâyenin anahtar kişisi Rosa Hala, yani falcı Ra ile tanışıyoruz. Ra’nın oturduğu apartmanda yaşanan bir paspas hırsızlığı ise Mia’nın çocukken peşine düştüğü gizem. Mia yarışmaya sunacağı hikâyesini ararken çocukluğunda yazdığı satırlardan karakterlerini nasıl oluşturduğunu, ayrıntılara nasıl girdiğini, peşine düşecek bir sır yaratarak merak unsurunu nasıl harekete geçirdiğini incelikle dikkate alıyor.

Bir yandan da tesadüfen çok yakışıklı, gizemli bir gençle karşılaşıyor ve onun kim olduğunun peşine düşüyor. Bu genç de, yazar olmak isteyen ve hikâyesini oluştururken Mia’ya çok yardımı dokunacak olan 15 yaşındaki Sean.

Mia sonrasında günlüğündeki ikinci macerasını okumaya başlıyor. Burada dans tutkunu dayısı Loris, Latin Amerika’dan Enrique adlı tangocu bir arkadaşıyla geliyor ve Mia ona karşı platonik aşka tutuluyor. Bu macerada metin oluşturmaya dair Mia’nın bilgileri iyice genişliyor. Okuduğu bölümlerde Mia, bir hikâyeye nasıl giriş yapılacağına, zamanı nasıl kullandığına, karakterlerin özelliklerini tadında yansıtmanın inceliklerine, zıtlıkları sergilemenin önemine ve yazıyı biraz süslemenin gerekliliğine dikkat ediyor. Bununla da kalmıyor. Liste oluşturmanın faydaları, abartıdan kaçınmanın önemi, okuyucunun dikkatini canlı tutmanın usullerini bir bir keşfediyor adeta. Ardından anlatım türleri hakkında bilgilerle yüzleşiyor Mia. Roman türleri, fantastik ve gerçekçi  romanın farkları, polisiye türünde kullanılan teknikleri küçükken başından geçen ve günlüğüne aktardığı üçüncü hikâyede gözlemliyor.

Derken Mia, Sean’le yakınlaşıyor ve ondan okumak için kitap tavsiyeleri alıyor. Ben anlatıcının özellikleri, tarihi romanda kurgu ve dilin önemi, paralel anlatım tekniği sırasıyla tazelenen bilgiler arasına giriyor. Sean yazma konusunda Mia’dan daha fazla şey biliyor ve onu yönlendiriyor. Başvuru için vakit iyice daralırken, Sean’le ilişkileri de bir yandan ilerliyor. Ve Sean Mia’ya yarışmaya sunmak üzere yazması için bir tema öneriyor: Bir korsan hikâyesi. Fikirden adeta büyülenen Mia yarışmaya sunacağı hikâyesini yazmaya başlıyor: Artık Mia, hikâye oluşturmaya ilişkin tüm bilgilerini kullanarak  yeni bir metin yaratacak. Hem yazıyor Mia, hem de anlatım tekniklerinde ustalaşmaya başlıyor. Zira eski hikâyeleri sayesinde artık nasıl yapılacağını öğrendi.

Hikâyeye her zamanki “yazar Mia stratejisi” ile başlıyor Mia. Yani konuya maceranın tam ortasından giriyor. Sonra geçmişe dönüp olayın oraya nasıl geldiğini anlatıyor. Gelecek bölümlerin nasıl ilerleyeceğini bir şemayla kararlaştırıyor. Hikâyenin keyifli ve merak uyandıran ilerleyişine bakılırsa Mia başaracak gibi görünüyor. Ama henüz buna karar vermek için erken. Bu tonu sonuna kadar sürdürmesi gerek çünkü Mia’nın. Bütün romanlar gibi Mia’nın romanı da sona yaklaşırken hız kazanıyor. Ama bu hıza kapılıp herhangi bir hata da yapmamak gerekiyor. O yüzden Mia önceden yazdığı bölümleri yeniden okuyor ve karşılaştığı hataları düzeltiyor. Özellikle yüklemlere ve yazım hatalarına çok dikkat ediyor, çünkü “kimi zaman yüzeysel bir hata, kalan her şeyi etkiler.”

Sonunda beklenmedik bir final yaratan Mia, mutlu sonla bitiriyor romanını. Yarışmaya başvuru için sadece bir gün kala bitirdiği romanını son gün bir kez daha dikkatle okuyup düzeltiyor ve metnini bastırıyor. Aynı şekilde Sean de, içeriği hakkında Mia’ya hiç sır vermediği kendi romanını bitiriyor. Mia ve Sean’in yazarlık okuluna seçilip seçilmediklerini ise romanı okuyanların keşfedeceği bir sır olarak bırakalım.

Gençlik romanlarında en önemli unsurun başında gelen dil kullanımında başarılı olduğunu söyleyelim kitabın yazarı Zannoner’in. Bunda yazar olmadan önce kütüphanecilik, redaktörlük, danışmanlık ve edebiyat eleştirmenliği yapmasının payı olsa gerek. Yazarlığın yanı sıra öğretmenler ve kütüphaneciler için eğitim kursları, öykü-roman yazımı üzerine seminerler ve edebiyat üzerine konferanslar veren Zannoner’in eserleri pek çok ödül almış ve çeşitli dillere çevrilmiş. Mesleğin sırlarını paylaştığı bu hoş romanı ise Türkçe’ye çevrilen ilk kitabı.

Mia’nın Günlüğü yazar olmayı tasarlayan gençlere anlatım tekniklerine giriş yapabilecekleri hoş hikâyelerle bezeli bir roman. Özellikle yaz tatili yaklaşırken okumayı seven gençlerin dikkat etmesi gereken bir kitap. Hele de Mia gibi yazar olmaya erken yaşta karar vermiş ve nasıl öykü ve roman yazılacağını öğrenmek isteyen gençler için.

>Kitaptan:

Yazmanın böylesine eğlenceli olduğunu düşünmüyordum. Okuldayken bana karışık ve zor görünüyor. Hep yanlış bir cümle yazmaktan korkuyorum ve normal kelimeler kullanarak yazma konusunda kendimi özgür hissetmiyorum… Kimi zaman canım 1700’lü yıllardaki bir aydın gibi yazmak istiyor: “Gözlerimin önünde beliriyordu, görkemle yürüdüğünü gördüğüm kişi…” Çünkü iyi yazmak için klasik edebiyatı örnek almak gerektiğini düşünüyorum. Ama edebiyatla, günlük konuşma dili arasında bir orta yol da var. Bu orta yol –basit bir şekilde güncel bir hikâyenin anlatımı- çok daha özgür, çünkü kendi tarzımı ortaya koyabilirim, bana özel olan, süslemeye gerek duymadığım.”

Kitap Postası Sayı:1; 7 Temmuz 2012

Euro 2012’den akılda kalanlar

Euro 2008… 2010 Dünya Kupası… Ve şimdi de Euro 2012. İspanya, İtalya’yı 4-0’lık farklı skorla yenerek, üst üste üçüncü büyük kupayı müzesine götürdü ve tarihe geçti. Ukrayna’nın hapisteki eski devrimci lideri Timoşenko nedeniyle bazı Avrupalı liderlerin protestolarıyla başlayan Avrupa Futbol Şampiyonası’nda gündem bir ay boyunca sürekli değişti. Fanatik holiganların futbol teröründen ırkçı sloganlara, ev sahibi Ukrayna’da muhalefetin şampiyonada hükümetin yolsuzluk yaptığı iddialarına kadar futbol her zaman olduğu gibi yine saha içinde kalmadı.

Uzun zamandır borç kriziyle boğuşan İspanya için kupa büyük moral kaynağı oldu. Ülkenin sol liberal çizgideki gazetesi El Pais başyazısında futbolun sağladığı rahatlamaya değiniyordu: “Futbol başarıları, geçici de olsa, durgunluk ve işsizlik yüzünden İspanyol toplumunun çektiklerine bir rahatlama getirdi. İyi bir siyasi yönetimin ve ekonomik refahın yerine futbol geçmez ama zor zamanlarda özsaygıya katkıda bulunabilir.”

Yine İspanya’dan muhafazakâr ABC’nin eğlenceli kalemlerinden Jose Maria Carrascal AB tarafından son anda kurtarılan iki ülkenin final oynamasını bu şampiyonanın paradoksu olarak niteliyordu: “Eğer finale Portekiz ve Yunanistan kalsaydı ne olacağını hayal edemezdim. Uslu ve tasarruf eden Orta Avrupalılar herhalde şöyle derdi: ‘Tabii, bu Akdenizliler çalışmaktan çok oynamaya ve eğlenmeye kendilerini veriyorlar.’”

Ukrayna’yla beraber Şampiyona’ya ev sahipliği yapan Polonya basınından Wyborcza gazetesi Polonyalıların yüzde 90’ının Şampiyona’nın harika geçtiğini düşündüğünü gösteren bir anketi duyuruyordu. Rzeczpospolita gazetesi ise ankete ateş püskürüyordu: “Acaba bu futbol şöleninin sadece Varşova Belediyesi’ne kaça mal olduğunu biliyorlar mı? Harcanan devasa rakamlardan ötürü gelecekte belki bazı okul projelerinin iptal edileceğini ve bu unutulmaz olay nedeniyle şimdiden toplu ulaşım ücretlerinin zamlandığını peki?”

Finalde kaybeden İtalya’dan sağ çizgideki Il Giornale ise eski Başbakan Berlusconi’nin ailesine ait bir gazete olduğunu hatırlatacak bir yorumla çıkıyordu: “Başbakan’ın yüzünde en ufak bir gülümseme bile yoktu ve takımımıza şanssızlık getirdi. Milli marşı söylemedi, sadece ara sıra ağzını oynattı. Euro 2012’nin altın madalyası İspanya’ya, gümüş madalyası İtalya’ya, bronz madalyası ise asık suratlarından dolayı İtalyan hükümetine…”

Almanya’nın en yüksek tirajlı dergisi Der Spiegel’in spor editörlerinden Arno Frank ise hiç bitmeyen bir futbol şöleninin hayalini kuruyordu: “Ne yazık ki yine sona erdi. Hiç bitmese, hep devam etse ne güzel olur. Belki flama, bira ve cips satışları sayesinde Avrupa krizden kurtulur. Merkel de Monti, Hollande ve Rajoy ile aralarda birer bira yudumlarken müzakerelerini sürdürür. Bir gün de baktın ki bir tek Brezilya’daki 2014 Dünya Kupası’nda ara veriliyormuş ve sonunda 2016’da Fransa’daki Avrupa Şampiyonası’na dönüşüyormuş…. Ve hep İspanya şampiyon oluyormuş… Aman yok be. İyi ki son buldu!”

Görsel: cbc.ca

Not: TRT Türk-Dünyadan Haberdar-07 Temmuz 2012

Tarihi tokalaşma

29 Haziran günü İngiltere ve İrlanda gazeteleri tarihi bir fotoğrafla çıktılar okuyucularının karşısına. Manşetlere yerleşen fotoğrafta İngiltere Kraliçesi Elizabeth ile İrlanda Kurtuluş Ordusu IRA’nın eski komutanı Martin McGuinness tokalaşıyordu. Fotoğraf tarihi! Çünkü bir tarafta İngiliz egemenliğinin seçkin sembolü Kraliçe, diğer tarafta onu işgal ettiği tahttan indirmeye kendisini adamış “ölümsüz savaşçı” var. McGinness bugün yarı özerk Kuzey İrlanda’nın Başbakan Birinci Yardımcısı. Ancak örgütün yöneticileri arasındayken, bizzat Kraliçe’nin kuzeni Louis Mountbatten’ın 1979’da IRA’nın düzenlediği bir bombalı saldırıda öldürüldüğü düşünülecek olursa fotoğraf daha da anlam kazanıyor. 30 yıl süren savaşta 3500’den fazla kişi hayatını kaybetti ve bu fotoğrafın çekilebilmesi için 1998’de imzalanan barış anlaşmasından bu yana 14 yıl geçti.

Hem İngiltere hem İrlanda medyasında tablodan memnuniyet duyanlar da vardı, her iki ismi eleştirenler de. Kraliçe’nin, kuzeninin öldürüldüğü dönemde IRA yöneticilerinden olan Mcguinness’in elini sıkmasını jest olarak tanımlayan İngiltere’nin en eski gazetelerinden London Evening Standard gelişmeyi olumlu bulanlardandı: “Bu jest, barış ve çatışma arasındaki ayrışmayı jestlerin belirleyebildiği böylesi bir coğrafyada barış sürecinin sürekliliği için dev bir adımdı. 1997’de McGuinness’le ancak kapalı kapılar ardında el sıkışabilen İngiltere eski Başbakanı Tony Blair’a göre Kraliçe’nin bunu yapabilmesi, o günden bu yana ne kadar mesafe alındığının somut bir göstergesi.”

İngiliz Sunday Telegraph gazetesi ise Kraliçe’nin 1979’da teknesine konulan bir bombayla öldürülen kuzeni Mountbatten’ın torunu Timothy Knatchbull’un yorumlarını sayfalarına taşıyordu. Knatchbull, “Dedemi IRA öldürmüş olsa da Kraliçe’nin onlardan biriyle buluşmasından memnuniyet duyuyorum” diyordu: “Geçen hafta Kraliçe, dedem Lord Louis Mountbatten’in öldüğü saldırıda emri verdiği iddia edilen adamın elini sıktı. Saldırı da 14 yaşındaki ikizim Nicky ve cep harçlığı kazanmak için dedemin tekne işlerine yardımcı olan İrlandalı bir çocuk, Paul Maxwell de hayatlarını kaybetmişlerdi. Ben, ailem ve büyükannem saldırıdan yaralı kurtulduk. Ne olursa olsun… İngilizlerin ve İrlanda Cumhuriyetçilerinin bir kısmı bu buluşmadan memnun olmasa da Kraliçe’ye ve McGuinness’e müteşekkir olmalıyız. Kraliçe’ye kararlı bir tutum sergilediği; McGuinness’e ise değişebildiği için. McGuinness’in bölgedeki barışa verdiği destek tartışılmaz. Katolikler onu şiddet yanlısı olduğundan değil ileri görüşlü ve barışçıl bir demokrasiyi savunduğu için destekliyor. Ben de “Çok Yaşa Kraliçe! Çok Yaşa Demokrasi!” diyorum.”

İngiltere’de tokalaşmaya muhalefet eden kampta yer alanlardan biri ise sol liberal Independent gazetesinin yazarlarından Howard Jacobsen, buluşmanın yeniden düşünülmesi gerektiği görüşündeydi. “Sizce Belfast’taki buluşma, 60 senedir çıkarmadığı beyaz eldivenleriyle ellerini berbat yerlere sokmak konusunda ustalaşmış Kraliçe’nin mi yoksa McGuinness’in mi midesini daha çok bulandırmıştır?” diye soruyordu Jacobsen: “McGuinness’in Kraliçe tarafından sıkılan eli birçok İngiliz vatandaşının ölüm emrini imzalamış olabilir. Kraliçe’nin bu buluşma konusunda tereddüt etmek için çok daha fazla nedeni vardı. Haksızlığa uğramış gibi hissediyorum ama hayat kirli bir oyundan ibarettir. Düşmanınızla el sıkışırsınız ve rahatlamış hissederken aynı anda iğrenebilirsiniz de.”

İrlanda basınında ise gazeteler tarihi tokalaşmaya kendi çizgilerine özgü yaklaşımlar sergiliyordu. Muhafazakâr eğilimli Irish Mail On Sunday’e göre olay tamamen jestten ibaretti ve siyasi hiçbir önem taşımıyordu. En sert yaklaşımsa bağımsızlık yanlısı ulusalcı Irish News gazetesinden geliyordu: “Sembolizmle süslü, iyi hazırlanmış sahnelerle dolu ve yorucu yolculuklarla geçen uzun bir haftadan sonra belki de McGuinness’in kendini olaylara kaptırmasına şaşırmamak gerekir. Bu sıkıntılı dakikalara rağmen kraliyetle el sıkışan bir adam kendini televizyonda Nelson Mandela ile kıyaslama cesaretinde bulunabilir.”

Bağımsızlık yanlısı ulusalcı gazete Sunday Independent’tan Ruth Dudley Edwards yorumunda, İngiliz halkının IRA’dan nefret etmesine rağmen, pek azının galeyana geldiğine ve barış için Kraliçe’nin berbat kabul edilen biriyle tokalaşmasına ikna olduklarına dikkat çekiyordu: “Binlerce IRA kurbanı tokalaşmayı rahatsız edici bulsa da çoğunluk olaya pragmatik yaklaştı. Bazı birleşme yanlıları kendilerini ihanete uğramış hissetse de bazıları Kuzey İrlanda’da yapılan kamuoyu araştırmasının Birleşik İrlanda’ya verilen desteğin yüzde yedi azalmasına sevindi. Onlara göre bu olay silahlı mücadeleye inanan neslin sonu oldu.”

Kuzey İrlanda’nın başkenti Belfast’ta yayımlanan, İngiltere’yle birleşmeyi destekleyen ve bağımsızlık çabalarını reddeden bir çizgiye sahip olan Belfast Telegraph ise el sıkışmayı iki taraf için de dev bir adım olarak niteliyordu: “İki taraf da kurşunların yerini oy pusulalarının aldığı bir dönemde olduğumuzu kavramış durumda. Belki bütün sorunlar çözülmüş değil, fakat buluşma modern bir krallığın asli görevinin uzlaştırmak ve birlik sağlamak olduğunu en net şekilde gösterdi.”

Görsel: telegraph.co.uk

Not: TRT Türk-Dünyadan Haberdar-07 Temmuz 2012

Mısır’a demokrasi gelecek mi?

Mısır’da cumhurbaşkanlığı seçiminin galibi Muhammed Mursi, efsanevi Tahrir Meydanı’nda on binlerce kişinin önünde ettiği sembolik yeminden sonra görevi devraldı. İslamcı Müslüman Kardeşler Örgütü’nün adayı Mursi, şeriat kaygısı duyan laik kesimlerin tedirginliğini gidermeye çalıştığı tarihi konuşmasında, meşruiyetin kaynağının halk olduğuna ve Mısır’ın sivil ve anayasal bir devlet olacağına vurgu yaptı. Ancak dünya basını bu özgürlükçü mesajlara rağmen Mursi’yi bekleyen sorunların altını çizerek, işinin hiç de kolay olmadığında birleşiyordu.

Mısır’ın laiklik yanlısı ordusu ve Kıpti nüfusu kadar Batı dünyası için de en büyük tedirginlik kaynağı Mursi’nin İslamcı kökeni. Yaygın kanaatse Mursi’nin bu kökeninden ötürü, Mısır’a gerçek anlamda demokrasinin yerleşmesinin kuşkulu olduğu yönünde. Almanya’dan ekonomi ve finans haber  sitesi Finanztreff ise Batı’nın bundan daha fazla kaygılanması gereken başka bir unsura şöyle dikkat çekiyordu: “Aman Tanrım: Bir İslamcı Devlet Başkanı oldu! Bir de yetmiyormuş gibi hemen İran ile ittifak kuruyor! Bu Batı’nın tipik bir refleksi. Ama Batı ondan ziyade Mısır’da askeri yönetimin halen baskın konumda olmasından endişe duymalı. Bu değişmediği sürece bir demokrasi düşünülemez!”

Fransa’nın liberal sol eğilimli Le Monde gazetesi ise Mısır dahil, Arap Baharı’yla iktidara gelen dinci iktidarların, şayet şeriat getirmeyi amaçlıyorlarsa pragmatist davranmak zorunda kalacaklarını savunuyordu. Ancak gazete bu hükümetlerin ülkelerindeki acil sorunlara cevap verme kapasitelerine göre yargılanacakları görüşündeydi: “Ekonomik büyüme, istihdam, güvenlik halk için öncelikle halledilmesi gereken sorunlar. Bu hükümetler, sadece yerel yatırımcılara değil; dış yatırımcılara da güven vermek, sorunlar yüzünden kaçan turistleri geri döndürmek zorunda. İslam’ın çözüm olduğunu söylemek, sadece bir slogandan ibaret.”

İtalya’dan Corriere Della Sera gazetesi ise Mursi’yi bekleyen zorlu geleceği şöyle tarif ediyordu: “Mursi’nin katedeceği yolun ne kadar yokuşlu olduğunu anlamak için yaptığı konuşmalara birazcık bakmak yeterli. Onu bilinmezlik dolu bir gelecek, ekonomik kriz ve Mübarek rejimine sadık askerlerle harmanlanmış tehlikeli bir kader bekliyor.”

Görsel: haberdar.com

Not: TRT Türk-Dünyadan Haberdar-07 Temmuz 2012

Petrol ve sonrası

Yükselen petrol fiyatları bizi koşa koşa sadece ekonomik krizlere değil, İklim Değişikliği faciasına doğru da götürüyor. Ama bu tehlikelerin hepsi aslında bizi daha iyi, temiz ve adil bir dünya kurgulamaya da yöneltebilir mi? Yenilenebilir enerji üretimi, fosil yakıtsız ekolojik tarım ve 3. Sanayi Devrimi, çok uzakta olmayabilir.

 

Dünyanın küresel ısınmayı 2 santigrat derecelik eşiğin altında tutmak için sera gazları emisyonunu her yıl 8 milyar ton azaltması gerekiyor. Kâbus senaryolarının gerçekleşmemesi için gerçekten de hayli iddialı bir hedef! Zira istatistikler, insanlığın son 125 yılda tükettiği bir trilyon varil petrolü, mevcut tüketim alışkanlıkları devam ettiği takdirde sadece önümüzdeki 25 yıl içinde tüketeceğini öngörüyor.

Öte yandan petrole dayalı küresel ekonomi güvende değil. Çünkü petrol öyle veya böyle azalıyor. Dünya bir süredir petrol üretiminde ulaşılabilecek en yüksek düzeyi ifade eden petrol tepe noktasının (Peak Oil) neresinde olduğumuzu tartışıyor. Çok sayıda uzman dünyada petrolün en yüksek üretim düzeyine ulaşıldığı ve giderek daha az miktarda petrol üretimi gerçekleştirileceği fikrinde. Bu, ucuz petrol döneminin artık kapandığı ve enerji fiyatlarında oluşacak inanılmaz artışların tetikleyeceği ekonomik krizlerle karşılaşmak anlamına geliyor. Küresel ısınmanın yaşamın, petrol üretimindeki sürekli azalışın da ekonominin geleceğini tehdit ettiği yakın gelecek üzerinde kafa yormak kaçınılmaz. Bu kaçınılmaz gelecekte yaşamın aksamadan devam edebilmesi için alternatif enerji kaynaklarıyla ilgili araştırmalar, oluşturulması zorunlu yeni yaşam biçiminin dinamikleriyle ilgili senaryolar ve sürdürülebilir bir ekonominin inşası için yeni model arayışları son dönemde hızlanmış durumda. İnsanoğlu kaçınılmaz bir dönüşümün eşiğinde ve yakın gelecek bizim bildiğimize hiç benzemeyecek.

Peak Oil Nedir?

“Petrol tepe noktası” kavramını ilk olarak ABD’de Shell için çalışan jeolog M. King Hubbert 1956’da ortaya attı. Teori, sınırlı kaynakların üretiminin çan eğrisi grafiğini izleyerek, ulaşılan zirve noktasından sonra giderek azalacağını savunuyor. ABD’nin petrol keşfinde tepe noktasına 1930’larda ulaştığını ve yaklaşık 40 yıl sonra, 1970’lerde petrol üretiminde bir zirve yaşayacağını söylediğinde Hubbert’le alay edilse de teorisi popülerliğini hiç kaybetmedi. Birçok uzman bu modelin başka ülkelerde de doğrulandığını savunuyor. Dünya petrol keşfinde ise zirve noktasının 1960’larda gerçekleştiği savunuluyor. Hubbert’in formülünü küresel petrol üretimine uygulayan pek çok uzmansa, dünya petrol üretiminin 2000-2020 dönemindeki bir tarihte en yüksek seviyeye ulaşacağını iddia etti ve ediyor. Örneğin “Beyond Oil” kitabının yazarı Kenneth Deffeyes, dünyanın petrol tepe noktasını günlük 74,2 milyon varille Mayıs 2005’te gördüğü görüşündeyken, Almanya Enerji İzleme Grubu’nun 2007’de yayımladığı bir raporsa bu noktanın 2006’da geçildiğini savunuyordu. Fransız petrol şirketi Total’in CEO’su Thierry Desmarest ise dünya petrol üretiminin günlük 100 milyon varil çizgisini aşmayacağı tahmininde bulunarak, bu büyüme eğrisinde kalırsak dünyanın petrol tepe noktasını görmeyi 2020’lere kadar erteleyebileceği tahmininde bulunuyor.

Petrol tepe noktasının gerçekleşme zamanı hakkında, Bölgesel Çevre Merkezi (REC) Türkiye Direktörü Kerem Okumuş şunları söylüyor: “Üretim oranında yaşanacak gelişmeler hakkında büyük fikir ayrılıkları var. Birçok yatırımcı ve enerji kuruluşu görülen yüksek petrol fiyatları çerçevesinde Peak Oil’in 2005 ile 2007 yılları arasında gerçekleştiğini düşünüyor. Yeni açılan birçok petrol rezervinin boş olması, yüksek oranda petrol çıkarımı için verimsiz jeolojik yapıya sahip olması, bulunan petrolün karbon yoğunluğundaki yükseklik nedeniyle işleme maliyetlerinin yüksek, verimliliğinin ve dolayısıyla rekabet gücünün düşük olması ve petrol çıkarımı için derin deniz veya Arktik Bölgesi gibi yüksek risk faktörü barındıran bölgelerde sondaj çalışmaları yapılmaya başlanması bunu doğrular nitelikte”. Okumuş, bugün kuzey kutbunda eriyen buzullarla açılan yeni sahalarda bulunan rezervlerin işletilmesi için Rusya, Norveç, Danimarka, ABD ve Kanada arasındaki yeni petrol mücadelesine de değiniyor: “Bu çerçevede, Peak Oil’in gerçekleşme zamanı belirsiz. Teknolojinin gelişmesiyle daha önce ulaşılamayan, rezervlerde sıkışmış petrol kaynaklarına ulaşılıyor, rezervlerden çıkarılabilir petrol oranı artıyor, rekabet gücü düşük olan rezervler değer kazanıyor.”

Petrol üretim ve tüketimine dair güncel raporlar ve 2030’lara giden projeksiyonlar petrol bağımlılığımızı ortaya koyuyor. Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü OPEC’in rakamlarına göre, 2010 yılında dünya ham petrol talebi günlük ortalama 86,7 milyon varil olarak gerçekleşerek 2009 yılına göre yüzde 2,8 oranında arttı. OECD ülkelerinin toplam talepteki payı yüzde 53 olurken, ABD tek başına dünya tüketiminin yüzde 22’sini gerçekleştirerek, en yakın takipçisi olan Çin’in tüketiminin iki katına ulaştı. Bununla birlikte ABD, Avrupa ülkeleri ve Japonya gibi gelişmiş ülkelerin petrol tüketimleri düşme eğilimindeyken, Çin ve Hindistan gibi gelişmekte olan ülkelerde ise tüketim miktarındaki artış süreklilik kazanmış durumda. Ham petrol tüketiminde 2010 yılında gerçekleşen günlük ortalama 2,39 milyon varillik tüketim artışının yüzde 78’inin OECD dışı ülkelerden kaynaklanması bunun en ciddi göstergesi.

Dünya petrol devlerinden BP’nin “Enerji Görünümü 2030” adlı raporu ise gelecekteki enerji kullanımına dair ilginç veriler sunuyor. Rapora göre küresel enerji talebi, yıllık artış oranı yavaşlamakla birlikte, OECD dışındaki ülkelerdeki ekonomik büyüme ve nüfus artışının etkisiyle önümüzdeki 20 yılda artmaya devam edecek. 1990’da 8,1 milyar ton olan ve 2010’da 12 milyar tona yükselen enerji talebinin 2030 yılında 16,6 milyar tona çıkacağı tahmin ediliyor. OECD dışındaki ülkelerin hemen hemen hepsinde küresel enerji talebinin 2030 yılı itibariyle yüzde 39 oranında artması, yani yıllık yüzde 1,6 oranında büyümesi muhtemel görünürken, OECD ülkelerindeki tüketimin ise aynı dönemde toplam yüzde 4 oranında yükselmesi bekleniyor.

BP’nin raporunda umut veren tahminse enerji verimliliğinde artış ve yenilenebilir enerjide güçlü bir büyüme öngörülüyor olması. Yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelik talebin yılda yüzde 8’in üzerinde artışla fosil yakıtlara olan talepten çok daha hızlı büyüyecek olması da iyi bir teselli. Ancak bu olumlu sayılabilecek gelişme 2030’lu yıllarda da fosil yakıtların enerji talebinde yine başrolü oynamaya devam edeceği gerçeğini değiştirmiyor: 2030 yılında fosil yakıtlara olan talep bugüne göre yüzde 6 düşecek olsa da küresel enerji talebinin yüzde 81’ini oluşturacak. Günlük petrol talebi ise 2030 yılında, 2010’a göre yüzde 18 artışla 103 milyon varile ulaşacak.

Uluslararası Enerji Ajansı ise 2035’te petrol fiyatının varil başına 120 dolara (2010 kuruna göre) çıkacağını tahmin ediyor. Ancak kurumun başekonomisti Fatih Birol petrol fiyatının orta vadede 150 dolar seviyelerine gelebileceğinden de söz ediyor. Okumuş, petrol üretimindeki düşüş ve bunun etkisiyle petrol fiyatlarındaki artıştan enerji sektörü başta olmak üzere tüm sektörlerin doğrudan etkileneceğine dikkat çekiyor: “Üretimin her aşamasında ulaştırma araçları ve dolayısıyla akaryakıt ve gazolin kullanılması gibi sektörler arası etkileşimler nedeniyle petrol ve petrol ürünleri bazlı üretimin devam etmesi halinde petrol üretimindeki düşüşün ekonominin her sektöründe çarpan etkisi yüksek olacak. Petrol, pamuk ve mısır gibi emtialarda piyasa riskinin artmasına da neden olacak.” Denklem açık: Enerji kullanımı artacak, fosil kaynaklar uzun yıllar temel enerji unsuru olarak kalacak ama artan petrol fiyatları sürdürülebilir bir ekonomiyi fazlasıyla zorlayacak.

Esas Tehlike Küresel Isınma

Petrol üretimindeki azalıştan daha önemli olan sorunsa küresel ısınmanın olumsuz etkileri. Uluslararası Enerji Ajansı dahi “enerji politikalarında cesur önlemler alınmadığı takdirde, dünyanın güvenli ve etkili olmayan, yüksek karbon içeren enerji ile kendi geleceğini kilitleyeceği” yorumunu yapıyor. Yeni enerji politikalarını hayata geçirmek için hâlâ zaman bulunduğu ancak fırsatların giderek azaldığı uyarısında bulunan Kurum, dünyanın güvenli olmayan ve çevre faktörü gözetmeyen, sürdürülebilir olmayan enerji kullanımına artık daha fazla güvenemeyeceğini belirtiliyor. Çarpıcı bir diğer tahminse şu: Gelecek 25 yıldaki karbon salımı miktarı son 110 yıla denk gelecek ve bu hava sıcaklığında 3,5 derece artışa yol açabilecek.

Hem petrolün tükenmesi hem de yol açtığı iklim değişikliği faciası böyle devam ettiği takdirde gelecek kuşaklar için oldukça tekinsiz bir dünya bıraktığımız gerçeğine işaret ediyor. İklim değişikliği, enerji verimliliği ve petrol ithalatı verilerinin sürekli olumsuz geldiğine dikkat çeken Birol, “Yenilenebilir enerji kaynakları için sağlanan sübvansiyonların toplam değeri 66 milyar dolar. Bu teşviklerin 38 milyar doları AB kaynaklı. Önümüzdeki dönemde özellikle AB bölgesinde ekonomik durgunluğun devam etmesi halinde bu sübvansiyonların azaltılması gündeme gelecek” diyor. Sübvansiyonların hükümetlerce kesilmesi durumunda henüz tam anlamıyla gelişememiş durumdaki yenilenebilir enerji sektörünün sıkıntılar yaşayacağına dikkat çeken Birol, güncel durumda dünya enerji politikalarının küresel ısınmanın 6 derece artış senaryosunu desteklediğini ve bunun tam anlamıyla bir felaket senaryosu olduğunu söylüyor. “Hedeflenen 2 derece artış senaryosuna ulaşılması için ülkeler tarafından bir an önce Kyoto Anlaşması sonrası bir iklim rejimi belirlenerek taahhütler sağlanmalı. Ancak, maalesef ülkeler kendi çıkarını ve ekonomik gelişimini düşünerek bu taahhütleri vermekten kaçınıyor.”

Yenilenebilir enerji için AB ülkelerinin sübvansiyonları kesme ihtimaline karşılık birçok ülkede halen petrole sübvansiyon sağlanıyor. Fiyatların bu sayede aşağıda tutuluyor olması dünyanın geleceği açısından ayrı bir tehdit unsuru. “Malezya, Hindistan, Meksika ve Çin gibi ülkelerde petrol fiyatlarının sübvanse edilmesi nedeniyle petrol kullanımındaki artış çok büyük boyutlarda. Yılda 650 milyar doların üzerinde petrol kullanımı için sağlanan sübvansiyonun, yüzde 50’si yenilenebilir enerji için harcansa dünyada iklim problemi başta olmak üzere, su, gıda ve güvenlik gibi temel sorunlara ciddi çözümler getirmek mümkün” diyor Okumuş.

2005’ten itibaren dünya günlük ham petrol üretiminin hemen hemen yatay bir seyir izlediğini belirten enerji analisti Dr. Sohbet Karbuz ise petrol tepe noktasına önümüzdeki birkaç yıl içinde ulaşılacağını ve kolay bulunabilen, çıkarılması kolay ve ucuz ham petrol döneminin biteceğini düşünüyor: “Petrol ekonomisinin geleceğinin tehlikede olduğu ihtimalinin sürekli olarak göz ardı edilmesi gerek ülke ekonomileri, gerekse dünya ekonomisi ve hatta insanoğlu için çok ciddi sonuçlara yol açacak.”

Okumuş’a göre petrol tepe noktası ile petrol üretiminin azalması ve dolayısıyla petrol fiyatlarının artması, ekonominin her alanını etkileyecek, üretim ve tüketim biçimlerinin değiştirilmesi gerekliliğini ortaya çıkaracak: “Örneğin, Uluslararası Enerji Ajansı’nın 2009 verilerine göre, Türkiye’deki elektrik üretiminin yüzde 80’i, ısıtma ve soğutmanın ise tamamı fosil bazlı yakıtlardan sağlanıyor. Türkiye elektrik piyasası yılda yüzde 6’lık büyümeyle Avrupa’da en hızlı büyüyen piyasa ve kişi başına düşen enerji talebinin nüfusun artmasıyla 2020’de iki katına çıkması bekleniyor. Artan enerji talebiyle petrol fiyatları artışının mevcut yaşam biçimine getireceği yük ve petrole dayalı bir ekonomik modelin sürdürülebilir olmadığı aşikâr. Enerji kullanımında farkındalığın ve enerji verimliliğinin artırılması, yenilenebilir enerji kaynakları alanında yatırımlar yapılması, mevcut ekonomik düzenin düşük karbon ekonomisine evrilmesi için gereken yapısal değişimlerin gerçekleştirilmesi gerektiği ortaya çıkıyor.”

Gelinen noktada insanoğlu mevcut alışkanlıklarıyla yok oluşa ve krizlere gitmekle yeni ve sürdürülebilir bir dünya yaratmak arasında tercihte bulunmak zorunda. Ama olumsuz tablo kendi içinde iyimserliğin dinamiklerini de barındırıyor. “Çöküş Süreci: Ekonomi, Enerji ve Çevremizin Sürdürülemez Geleceği” adlı kitabın yazarı Chris Martenson, değişimin olumlu yönlendirebileceğini düşünenlerden. “Dev değişimler bizi bekliyor. Önümüzdeki 20 yıl geçmiş 20 yıldan tamamen farklı olacak” diyen Martenson, değişimin kapsamının temel sosyal kurumların adaptasyon yeteneğini alt edecek boyutta olduğuna inanmıyor: “Kendimize daha iyi bir gelecek inşa etmek için gereken teknoloji ve kavrayıştan yoksun olduğumuza inanmıyorum.” Martenson, ekonomi, enerji ve çevre başlıkları altında topladığı tehlikeleri şöyle kategorize ediyor: “Ekonomide giderek katlanan para arzı ve kullanımı, kredi balonuyla patlak veren küresel kriz, yaşlanan nüfus, yetersiz tasarruf. Enerji konusunda petrol tepe noktasının doğurduğu enerji krizleri tehlikesi ve çevre konusunda ise azalan kaynaklar ve biyosistemdeki tahribatın kritik sonuçları.”

Martenson bu üç problemle daha önce bu seviyelerde karşılaşılmadığını ve iç içe olan bu problemlerin bir arada düşünülmesi gerektiğini savunuyor.

Yeni Dönüşüm Çağı

O halde bu gidişata nasıl dur denebilir? Petrole bağımlı olmayan bir ekonomi ve yaşam biçimi yaratmak ütopik görünse de kaçınılmaz. Petrol sonrası dünya için yeni bir yaşam biçimi tasavvur eden farklı sivil inisiyatifler bu konuda yol gösterebilir. Analist Karbuz da bu görüşü destekliyor: “Petrol üretim zirvesinin getireceği kaostan mümkün olduğu kadar az etkilenmeyi hedefleyen bazı gruplar yaşam biçimlerini şimdiden değiştirmeye başladılar bile.

Bu grupların amacı ekolojik, biyolojik, gerektiğinde kendi para birimi bile olan küçük topluluklar kurarak petrole bağımlı olmayan yeni bir hayat biçimi geliştirmek ve uygulamak.”

Ekolojik dizayn kültüründen gelen ve kalıcı tarım (permakültür) dersleri veren Rob Hopkins’in öncülüğünü üstlendiği Transition (Dönüşüm) Hareketi işte tam da bunu düşünen bir inisiyatif olarak alternatif bir gelecek öneriyor. Rob Hopkins “The Transition Handbook” adlı kitabında şu yorumu yapıyor: “Petrol tepe noktasının zamanını kimse bilmiyor. Benzer şekilde küresel sıcaklıkların 2 santigrat derece eşiğini ne zaman aşacağını ve aşması durumunda ne olacağını da. Fakat emin olduğum şey şu: Toplumlarımızı ucuz petrol bağımlılığından çıkarıp, sosyal ve ekolojik ahenginden ve sürdürülebilirliğinden koparmayacak şekilde yönlendirebilirsek ve göreceli olarak istikrarlı bir iklime kavuşturursak hayatımızın her cephesinde değişimin sıradışı aşamalarıyla karşılaşacağız.”

Transition Hareketi insanlara bu türden bir dönüşümü gerçekleştirme çabalarında yardımcı olacak şekilde yapılandırıldı. Başta kentlerde dönüşüme odaklanan hareket, daha sonra faaliyet alanını yarımadaları, vadileri kapsayacak şekilde genişletti ve bugün insanoğluna gıda ve tarım sistemlerinde dönüşümü sağlayacak bir model öneriyor. İklim değişiminin ve tükenmekte olan petrolün yol açacağı kritik döneme ilişkin senaryoları masaya yatıran Hopkins, dönüşüm inisiyatiflerinin dört temel varsayım üzerinde kurulduğunu belirtiyor:

1- Çok az miktarda enerjinin tüketildiği bir yaşam tarzı kaçınılmazdır ve bir sürprizle karşılaşmadan önce bunun planlaması yapılmalı.

2- Yerleşim alanlarımız ve insan toplulukları şu anda petrol tepe noktasının neden olacağı ciddi enerji şoklarını atlatabilecek güçten mahrumdur.

3- Ortak hareket etmek ve hemen şimdi harekete geçmek zorundayız.

4- Daha az enerji tüketimini sağlamak üzere etrafımızdaki insanların kolektif zekâsını yaratıcı ve proaktif bir tarzda harekete geçirmek suretiyle, birbirine daha sıkı sıkıya bağlı, gezegenimizin biyolojik sınırlarının farkında olan daha zenginleştirici yaşam tarzları inşa edebiliriz.

Transition Hareketi petrol tepe noktası kavramından yola çıkarak, ucuz petrol devrinin bittiğini ve geleceğin dünyasını buna göre yeni baştan dizayn etmenin kaçınılmaz olduğunu vurguluyor. Fosil yakıtlar kıtlaşıp, iklim değişikliğiyle mücadele kapsamında kullanımları hızla yeniden düzenlendiğinde dünyanın işlevini nasıl yerine getireceği, insanların daha az petrolle nasıl yaşayacağı ve toplumların neye benzeyeceği sorularına yanıtlar arıyor. Bu dönüşüm için Transition Hareketi toplulukları yerel olarak kendine yeter bir hale getirmek gerektiğine dikkat çekiyor. Bu kapsamda toplulukları küreselleşmiş dünyaya, yenilenebilir olmayan enerjiye ve çevreye hasar veren sanayilere daha az bağımlı kılmaya dönük yeni sistemler yaratmaya çalışmak çabaları arasında.

İngiltere merkezli Transition Ağı’na göre, son beş yılda dünya çapındaki resmi Transition girişimlerinin sayısı 2011 ortaları itibariyle 374’e çıktı. Girişimlerin çoğu Avrupa’da (özellikle İngiltere’de), Kuzey Amerika’da ve Avustralya’da faaliyet gösteriyor. Yerel Transition gruplarının projeleri arasında insanlara kendi besinlerini yetiştirmeyi ya da kıyafet takasını öğretmeyi hedefleyen atölye çalışmaları gibi basit projeler yanında, yerel para birimini geliştirmek ya da “Enerji azaltma eylem planı” gibi daha uzun dönemli ve karmaşık projeler de yer alıyor.

Petrolden Sonra Tarım!

New York merkezli Monthly Review dergisinin 2011 Temmuz sayısında “Artan enerji fiyatları yeni bir tarımın doğmasına mı neden oluyor?” başlıklı bir yazı kaleme alan Frederick Kirschenmann “modern tarım sistemi tamamen fosil yakıtlarla besleniyor” diyor. Zira gübreler, tarım ilaçları, tarım araç ve gereçleri, sulama, işleme, paketleme ve nakliyat tamamen fosil yakıtlara dayanıyor. Kirschenmann Birleşmiş Milletler’in “Tarım Teknolojisi ve Büyüme İçin Teknoloji Uluslararası Değerlendirme” raporuna dayanarak bugün tarımın önemli bir yol ayrımında olduğunu belirtiyor. “2050’de dünya nüfusu dokuz milyara çıkacak, 2070’e kadar da dünya et tüketimi iki ya da üç kat artacak. Ancak fakir ülkelerde kentlere göç nedeniyle tarımla uğraşan nüfus yaşlanıyor. 21’inci yüzyılın yarısına gelmeden yaklaşık iki katı kadar insanı, yarı miktarda arazi ve bu arazileri işleme konusunda çok az bir deneyimle beslemeye çalışacağız” diyen Kirschenmann soruyor: “Bir varil petrolün fiyatı 300 dolara çıkabilir varsayımıyla sürdürülebilir tarımı nasıl yaratacağız? Gıdaları, petrolü ve lifli bitkileri üretmek ve işlemek için elimizde şu andakinin yarısı kadar temiz su kaynağı olacak; şu andakinin iki katı kadar şiddetli hava olaylarıyla karşılaşacağız, ürün yetiştirme, suları koruma, toprağın restorasyonu konularında öğrenilmiş yeteneklere sahip çok az sayıda insan olacak”.

İşte eğer başarılabilirse yeni yaşam biçimi burada devreye giriyor. Kirshenmann dünyadaki küçük çiftçilerin yüksek oranda enerji girdisine ihtiyaç duyulan, istikrarsız iklim koşullarına dayanıksız monokültür tarımdan vazgeçerek çeşitlilik gösteren, enerjiden tasarruf eden, yüksek verimliliğe sahip, biyolojik sinerji yaratan ve çok az enerji girdisi gerektiren biyolojik polikültür tarım faaliyetine yöneldiğine dikkat çekiyor.

Bir başka umut veren gelişmeyse kent çiftçiliğine olan ilginin hızla artması. New York Gıda Zirvesi’nde geliştirilen Gıdada eşitlik, Gıda demokrasisi ve Gıda egemenliği ilkeleriyle, gıda havzası kavramı üzerine kurulu yeni gıda sistemini Krishenmann şöyle tasvir ediyor: “Tarım havzası kavramında birinci öncelik, bu havza içindeki insanların yine bu havzada yaşayan insanlar tarafından beslenmesi, insanların olabildiğince kendine yeter hale gelmesi ve bunun ardından ticari faaliyetlerle diğer ihtiyaçların giderilmesi. Gıdanın geleceğine yönelik bu yeni vizyon, her bir insan topluluğuna üretilecek ve tüketilecek gıda ürününün ne olacağının belirlenmesi konusunda yetki veriyor. Bu yeni hareketin, hızla büyüme, esnek üretim ve uzun vadeli kazanımlar üzerine kurulmuş bir gıda sisteminin kurulması yolunda çiftçilerin, tüketicilerin, ‘gıda yurttaşları’ olarak birlikte çalışacakları kent-kır koalisyonlarına dönüşme potansiyeli var. Bu süreç, bu toplulukları kendisinden hiçbir fayda sağlayamayacakları ve üzerlerinde hiçbir kontrollerinin olmadığı uzak yerlerde bulunan şirketlere tamamen bağımlı hale gelmekten kurtaracak, onlara iktisadi, ekolojik ve sosyal faydalar sağlayacaktır.”

Kirshenmann tarımın bir yol ayrımında olmasının bize tarımı gelecekte sürdürülebilir kılacak şekilde değişiklikler yapabilmemize imkân sağlayan eşi benzeri görülmedik fırsatlar sunduğu görüşünde: “Enerji fiyatlarının artması yeni bir tarım sisteminin geliştirilmesi yönünde fırsatlar doğuruyor. Fosil yakıtların fiyatı yükseldiğinde, yoğun enerji girdisi kullanan tarım maliyetli bir iş haline gelecek ve bu durum, daha büyük karmaşık doğal sistemler bütünü içinde yer alan, kompleks biyolojik sinerjiler üzerine kurulan yeni tarım sistemlerinin ekonomik açıdan karşılaştırmalı bir üstünlüğe sahip olmasını sağlayacak.”

Türkiye’de faaliyet gösteren Emanetçiler Derneği’nin Başkanı Tracy Lord Şen’e göre de bu alanda bilinç düzeyi her geçen gün gelişiyor: “Yeniden toprağa dönen, yerellik kavramına sarılan, şehirde gıda üretimi için girişimlerde bulunan, ‘küçük, yavaş ve yakın’ olan sürdürülebilir yaşam biçimlerini benimseyen insan ve gruplar çoğalıyor. Bunların sayısı henüz az. Gıda üretimi faaliyetleri az sayıda ve dağınık olduğundan etkili, özellikle nakliyattan bağımsız bir alternatif oluşturmak için zaman gerekiyor. Yine de çok zor şartlarda bu prensipleri somutlaştıranlar önümüzdeki dönem için çığır açıyor.”

Şen, Transition Hareketi ve benzer girişimleri yeni sistemleri kurmak ve önümüzü görmek için önemli uğraşlar olarak görüyor: “İlk etapta gıda üretimi gündemde; sonra gündelik hayat için kullanılan materyal üretimi ile barınma ve sağlık gibi gereksinimler. Permakültür gibi hareketler, gezegenin imkânlarını zorlamayan bütünlüklü yaşam biçimlerini oluşturmakla meşgul.”

Kâbus Senaryosu mu, Fırsat mı?

Bu noktada petrol fiyatlarında beklenen aşırı yükselişin insanlığı petrolsüz bir gelecek için düşünmeye, dahası bu geleceği tasarlamaya teşvik etmesi aynı zamanda bir şans faktörü olarak ortaya çıkıyor. Alternatif enerji konusundaki gelişmeler de henüz yavaş olmakla beraber tıpkı tarımsal dönüşüm gibi yeni bir dünyanın kapısını aralamaya başladı bile. Bu süreç Okumuş’a göre dünya için büyük bir fırsat yaratıyor: “Petrol fiyatlarındaki artışlar ve piyasanın istikrarsızlığı bugün ülkeleri alternatif enerji kaynakları konusunda ciddi araştırmalar ve yatırımlar yapmaya itiyor. Brezilya bundan 36 yıl önce 1970’lerdeki Petrol Krizi sonrasında bu alana yatırım yaptı ve bugün dünyanın en büyük biyoyakıt üreticisi ve ihracatçısı konumunda. Danimarka, yine 1970 Krizi ve fiyat şoku sonrası, rüzgâr enerjisine yatırım yaptı. Toplam elektrik üretiminin yüzde 20’sinden fazlasını rüzgâr enerjisinden sağlıyor ve dünyanın en büyük rüzgâr teknolojisi ihracatçısı.”

Okumuş ayrıca petrol üretimindeki düşüşten önce, petrol tüketiminde ciddi azalmalar yaşanacağını da düşünüyor. “Teknolojinin gelişimiyle birlikte önümüzdeki 30 yılda petrolle çalışan araçlardan çok daha fazla elektrikli araçlar yollarda olacak. Uçaklarda biyoyakıt kullanımı yavaş yavaş hayata geçiriliyor. Bugün dünya devi olan Pepsi ve Coca Cola yüzde 100 bitki temelli şişeler kullanmaya başladılar ve petrol türevi olan plastiklerden önümüzdeki yıllarda tamamen vazgeçiyor olacaklar. Benzer örnekleri çoğaltmak mümkün.”

Diğer yandan, birçok ülke düşük karbon ekonomisine dayalı yeni bir ekonomi modeli yaratmak için çalışmalar yapıyor ve bu modeli yeni bir kalkınma modeli olarak gelişmekte olan ülkelere örnek olarak sunuyor. “Bugün ekonomi, ekolojik ve sosyal sınırlar içerisinde değerlendirilmeye başlıyor ve ekonomide ciddi paradigma değişiklikleri yaşanıyor” diyen Okumuş, bu sürecin asıl olarak petrol tepe noktası yüzünden değil, iklim değişikliği çerçevesinde uluslararası antlaşmalardan kaynaklanarak, karbonun fiyatlandırılması ve artan maliyetler dolayısıyla yaşandığının altını çiziyor: “Bu nedenle, günümüzde petrol kaynaklarının kısıtlı olmasından çok, iklim değişikliğinin küresel ekonomiye getireceği geri döndürülmesi asla mümkün olmayacak fiziksel, ekonomik, sosyal ve çevresel etkiler önemli. Bu etkiler o kadar büyük ki, petrol rezervlerinin bitişini beklemeden alternatif enerjilere yatırım yapılmalı. Bunun için, petrole verilen sübvansiyonlar acilen sonlandırılmalı ve petrolün gerçek yüksek piyasa fiyatını bulması sağlanmalı. Aksi takdirde, şuursuzca büyük bir yok oluşa doğru ilerliyor insanoğlu.”

Özellikle 2008’de patlayan küresel krizle birlikte sürdürülebilirliğin öneminin artması ve küresel ekonomide yaşanan düşük karbon ekonomisi modeline geçiş yönündeki adımlar umut veriyor. Bu yeni modelde enerji tasarrufu ve yenilenebilir enerji teknolojilerinin geliştirilmesi gibi yenilikçi yaklaşımlar dikkat çekici düzeyde. Okumuş, İngiliz hükümetine bağlı Business Enterprise Regulatory ve Reform bölümünün (BERR) 2009 tarihli bir çalışmasına göre düşük karbon ve çevre sektörünün dünyadaki piyasa büyüklüğünün 3 trilyon 651 milyar Euro’ya ulaştığını hatırlatıyor: “Düşük karbon ekonomisinde pazar büyüklüğü açısından alternatif yakıtlar ve bina teknolojileri bu pazarı temsil eden en büyük iki sektörü oluşturuyor. Rüzgâr ise yenilenebilir enerji sektörünü temsilen üçüncü sırada yer alıyor.”

Öyle veya böyle petrolün sonunun bir gün geleceğini söylemekte bir sakınca yok. Zamanlama ve Tepe Noktası konusunda farklı görüşler olmasına karşın, petrolün giderek daha pahalı bir kaynak olacağı da neredeyse apaçık ortada. Son 10 yıldır sayısız saygın kuruluş ve basın yayın organı, “Ucuz Petrolün Sonu”nu ilan etti bile. Birleşmiş Miletler Kalkınma Programı UNDP’nin yaklaşık 1,5 ay önce yayınladığı Rapor’un da birinci maddesi ve talebi, hükümetlerden fosil yakıtlara uygulanan teşviklerin sonlandırılmasıydı. Söz konusu teşvik ve sübvansiyonlar kalktığında bile, belki petrolün gerçek fiyatını (yani dışsallık başlığı altında toparlayabileceğimiz çevresel zararını) yine de görmüş olmayacağız ama en azından yenilenebilir enerji kaynaklarına rekabette daha adil bir kulvar açmış olacağız. Ve umarız, temiz, adil ve yenilenebilir olan kazanır, çünkü dünyanın geleceği biraz da bu yarışı kimin kazanacağına bağlı…

EKOIQ, Mayıs 2012

 

aç parantez, kapa parantez…