Kimlik ve değerler üzerinden yürüyen siyasetin hegemonyasından bir türlü çıkamayan Türkiye’de toplumsal yapıda son yıllarda yaşanan keskin dönüşüm dikkat çekici. Araştırma şirketi KONDA’nın Genel Müdürü Bekir Ağırdır’a göre Türkiye’nin önünde kalkınma, demokratikleşme, küreselleşme ve toplumsal dönüşüm olmak üzere dört önemli süreç bulunuyor ve mevcut siyasi model bu sürecin ihtiyaçlarına çözüm üretmiyor. Ağırdır, çözüm için üretilecek yeni modelin ortak değerler aramak yerine ortak kurallar aramak üzerine inşa edilmesi gerektiğinin altını çiziyor.
Türkiye’nin modernleşme macerasında 21’inci yüzyılda modernlik, muhafazakârlık gibi kavramlarla hesaplaşmamız hâlâ sürüyor. Tanımlarda uzlaşmaktan da uzağız. Öncelikle bu kesimlerin ağırlık tablosunu özetleyebilir misiniz?
Siyasi anlamda değil, hayat tarzları üzerinden baktığımızda, aşağı yukarı üçte birimiz modern, üçte ikimiz muhafazakâr. Ama sorun hayat tarzından değil, o hayat tarzlarına yüklenen siyasi anlamdan çıkıyor. Çünkü Türkiye’nin cumhuriyet projesi, özü itibarıyla bütün kimlikleri yok sayarak, temel olarak devlete karşı ödevleri tarif edilen tek tip vatandaşlığa dayanıyor. Cumhuriyetin iki hedefi var: Kalkınma ve toplumsal dönüşüm. Bunlar hâlâ 2013 Türkiye’si için de geçerli. Sorun hedefin bu olmasında değil bu hedefe varmak için seçilen araçlarda. Çünkü her iki hedef için de lokomotif görev devlette. Böyle başlamışız ama İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bütün dünyada temsili demokrasi yerine katılımcı demokrasi, 1960’lardan sonra insan hakları hayatımıza giriyor. Küreselleşmeyle başka bir dünya gelişmeye başlıyor. Bir yandan kalkınırken, adil gelir dağılımını ve adaleti doğru sağlamak, çevreye duyarlı bir ekonomi olmak gibi bir içerik var. Biz 2013 Türkiyesi’nde bile hâlâ kaba kalkınmacıyız. Bir büyüme fetişizmi var. Bütün politikacılarda ne gelir dağılımı, ne çevre duyarlılığı, ne sürdürülebilirlik öncelikli. Yolumuz kaç kilometre daha arttı diye bakıyoruz ama o yolun kalitesini konuşmuyoruz. Toplumsal dönüşüm tarafındaysa demokratikleşmek boyutu eklenmiş. Türkiye’nin önünde kalkınma, demokratikleşme, küreselleşme ve toplumsal dönüşüm olmak üzere dört tane süreç var. Ve cumhuriyetin modeli buna cevap üretmiyor.
Peki bugünkü siyaset üretiyor mu?
Bugünkü siyasetler de üretememiş. 1960’tan sonra bütün dünya bu değişimi yaşarken biz bu modeli reforme edememişiz. Edemedikçe her şey cumhuriyetle hesaplaşmak veya cumhuriyetin değerlerini korumak gibi bir gerilim seviyesinde kalmış. O gerilimi aşamadığımız için ekonominin ve kalkınmanın kalitesini, niteliğini, sürdürebilirliğini veya toplumun demokratikliğini konuşamıyoruz. Hep eski tartışmada, 40 yıl öncede kaldı Türkiye. O nedenle, ne yaparsanız yapın, Türkiye el freni sonuna kadar çekilmiş bir araba gibi. O gerilimi aşmak gerekiyor. Türkiye’de siyasetin toplumsal ve siyasal sorunlara çözüm bulma kapasitesi son derece düşük. Ekonomik sorunlara çözüm üretmiş evet, ekonomik verilere bakarsan ne kadar büyüdüğümüz meydanda. Ama ne zaman ki siyasal sorunlar ekonomik sorunların üstüne çıkmaya başlamış, Türkiye gerilim yaşamış. Her darbenin de öncesi aşağı yukarı buna benzer. Şimdi de böyle bir hengame yaşanıyor. Bu kez tabii darbelerden farklı olarak toplum kendisi bu meseleyi hallederek yürüyor.
Nasıl hallediyor?
Göç yeni bir toplumsal hayat oluşturuyor. Göçle bu insanlar birbirlerinden farklı olmadıklarını, birbirlerinin bu toplumun bekasına zarar peşinde olan insanlar olmadıklarını görüyorlar. Siyasette onun getirdiği gerilim olsa bile bir yandan da bir çözüm süreci ve sakinleşme de var. Modernlerle muhafazakârlar yüz yüze geldi ve beraber yaşamaya başladı; problemi birazcık aşıyoruz. Benim şöyle bir mesafe tezim var: Göçle beraber aynı şehirlere, yani sosyal ilişki mesafesine geliyoruz. O yaklaşma, birbiriyle karşılaşma anında eğer siyaset ve medya, gelenlerin düşmanlar değil de bizim gibi insanlar olduğunu söylerse karşılayanlar daha sakin karşılıyor. Ama siyaset ve medya gelmekte olanların ya da geldiğimiz yerde yerleşik olanların bize düşman ve “öteki” olduklarını söylüyorsa o zaman silahları kuşanıyoruz. Benim “selam mesafesi” dediğim, aynı mahallede, aynı fabrikada, aynı işyerinde, aynı okullarda bir arada olmaya başlayınca fark ediyoruz ki “öteki” dediğimiz aslında bizden farklı değil, onun da bizim kadar umutları, talepleri var ve o illa benim zararıma olan bir şey istemiyor. İnsanlar bu durumda şöyle bir çözüm üretti: Bireysel hayatıyla sosyal hayatı ayırdı. Kendi özel hayatını ülke hayatından ayrıymış gibi yaşıyor. İnsanlar ailesine gelin-damat alırken, komşu olurken, aynı sitelerde yaşarken veya işyerinde, okulda yan yana çalışıp okumaya başlarlarken, “O Kürt ama onlar gibi değil, iyi bir adam” diyor. Ya da “O içki içer ama dine saygılı” diyor. Ama iş ülke hayatına dönünce “Tehlikeli bir şey var galiba” diyor ve ezberlerinden kurtulamıyor. Kendi özel hayatında daha hoşgörülü, daha talepkâr, daha umutlu ama ülke hayatına gelince daha düşmancıl, daha korkulu, bütün Kürtlerden, Alevilerden, dindarlardan, modernlerden korkan bir yapıya döndü. Dolayısıyla toplum gerilimin çatışmaya dönmemesini sağlayan böyle bir ikili yapı üretti. En azından şimdiye kadar korkulduğu gibi çatışmacı bir ortama hiç dönmedi.
Türkiye’de bireyselliğin son derece düşük olduğuna dikkat çekiyorsunuz. Türk toplumunun hangi dinamikleri Batılı manada bireyselleşme oranını düşürüyor?
Bireyselleşmeden kastımız, ekonomik, fikri, sosyolojik olarak ailesinden, bulunduğu cemaatten öteye geçerek kendini gerçekleştirmek seviyesine gelmiş, özgürleşmiş, eğitimli insanlar. Sanayi toplumu sosyolojisi insanlar kentlileşecek, feodal tarım toplumundan ve geniş aileden kurtulacak, sanayiye işçi veya ofislerde beyaz yakalı çalışan olacak, bireysel özgürlükleri içselleştirmeye başlayacak diyor. Türkiye’de böyle bireyselleşmiş diyebileceğimiz insan kitlesi toplumun beşte biri. Beşte dört bu bireyselleşmenin tersinde bir pozisyon alıyor ve bunu bilinçli yapıyor. Eskisi gibi geniş aileler kalmadı, haneler ve hanelerdeki insan sayısı küçülüyor ama ilişki ve iletişim üzerinden baktığınızda geniş aile var. Buna “duygusal geniş aile” diyoruz. Bayramlarda insanların yüzde 80’i Batılı ülkelerde olduğu gibi deniz kenarına tatile değil, aile toprağına gidiyor. Yani aile ilişkisi çok canlı biçimde ve eskisinden daha yoğun biçimde sürüyor, sadece biçim değiştirdi. Yeni kent tanımından dolayı mekansal olarak insanlar yan yana değil ama insanların kendi içindeki dayanışması müthiş. Bu belki de insanların ya da toplumun yeni problemleriyle baş etmek için kendi ürettiği çözümlerden bir tanesi. Ve benim tezim şu ki; bu, kalıcı olacak artık. çocukların yüzde 80’i gelecek hayalini ailesinin değerleri üzerinden düşünüyor.
Ve ailenin de daha iyi bir hayata ulaşma arzusu da çocuklar üzerinden tezahür ediyor.
İkinci boyutu da bu. Ailelerin daha iyi bir hayata ulaşma arzusu kendi emeği veya kendi becerisi üzerinden değil, çocuğu üzerinden. Bu ülkede üniversite mezunu yüzde 11, lise mezunu da yüzde 27. Ortalama eğitim 7,8 yıl. Hâlâ sekiz yıllık temel eğitimi bitirememiş bir toplum. Meslek sahipliği oranı yüzde 10-15. Hukuka güvenmiyoruz, diğerlerine güvenmiyoruz, ötekileştirme ve hoşgörü düşüklüğü içindeyiz. Herkes bütün bu olumsuz tabloya rağmen sokağa çıkıyor ve daha iyi bir hayat için uğraşıyor. Sosyal yardımlaşma, yoksullarla paylaşma gibi sosyal devlet uygulamaları eksik olunca, insanlar çocuğu okur ve geleneklerine bağlı, ataya saygılı biri olursa ve aileyle bu ilişkiyi sürdürürse aileyi de daha iyi bir yere doğru taşır diye umuyor. Bu toplumun böyle bir dayanışma mekanizması var ve bu kötü bir şey değil. Dolayısıyla buradan bakınca, Kur’an kursu talebi dinden çok, ahlaki referansları öğrensin talebidir. Çünkü çocuk okumaya gittiğinde bir anda bireyselleşmiş ya da kendi ailesini hakir gören bir çocuk olacağına ahlaki referanslara, ailesine ve geleneklerine bağlı bir çocuk olsun ki beni de yadsımasın umuduyla Kur’an kursuna gönderiyor.
Araştırmadaki toplumun üçte ikisinin ülke hayatı için en büyük korkusunun geleneklerden kopmak olarak belirmesi de bunun sonucu gibi görünüyor.
Evet, bu söylediğimi teyit eden en önemli bulgu o.
Çocuğunun hayatı üzerinden geleceğini toparlama bakışı bugünün ekonomik hayatına nasıl tezahür ediyor?
Toplumun yüzde 50’si ekonomik olarak çok ciddi dayanışma içinde. Bu toplumun yaşadığı bütün bu karmaşaya rağmen bence çok önemli meziyetlerinden birisi. Bunca alt üst oluşu bu toplum kavgayla değil de böyle bir biçimde aşıyorsa bu önemli. 1969, küreselleşme, demokratikleşme gibi birçok faktörden dolayı dünyanın sanayi toplumundan bilgi toplumuna doğru dönmeye başladığı bir sürecin başlangıcı. 1969-1980 arasında 11 yılda Türkiye’deki hükümetlerin ortalama ömrü 10,5 ay. 1983-2002 arasındaki 20 senedeyse 1 yıl 4 ay; aradaki üç yıl da darbe dönemi. Dünyanın yeniden kurulmayı yaşadığı 40 yıl boyunca Türkiye siyaseten vizyonsuz ve yönetilemeyen bir ülke. Buna toplumun tepkisi köylerinde kalıp hayata razı olmak olabilirdi ama görüyoruz ki toplum bambaşka bir şey üretmiş. Tabii ki kaotik üretmiş çünkü bu değişime uygun yönetim olmayınca da işte böyle kentler, böyle kalite, böyle mimari oluyor. Bugün konuştuğumuz problemlerin önemli bir kısmı bu 40 yılın siyaseten yönetilemeden, kendiliğinden gelişmiş olmasının sonucu.
Bu nasıl aşılacak peki?
Bugün bu toplumun dinamizmini sağlayan şey insanların bu değişim talebi. O yüzden bu topluma kaderci diyenler çok yanılıyor. Bir ülkenin yarısı 30 yılda bulunduğu yerden çıkıp başka bir kente göç eder de hâlâ bu topluma kaderci denebilir mi? Bu insanların değişim talebinin ne kadar güçlü olduğunun göstergesi ama hâlâ bizim siyaset dünyamız bunun farkında değil. Bugün siyaseten bu kadar muhafazakârlık tartışmalarının yapılıyor olmasının sebebi de o. Toplumun önünde böyle bir önderlik olmadığı için toplum bir yandan bu değişimi yaşamak istiyor, kendi hayatında bu değişimi bizzat görmek ve o değişimin nimetlerinden yararlanmak istiyor. Daha iyi bir hayata, daha iyi refaha, daha iyi okullara, hastanelere ulaşmak çabasında. Toplum kendi değişim talebine emniyet subabı arıyor. Yaşanan siyasi gerilimlere güvenemediği için suya atlarken, kendini bir ağaca ipiyle bağlayıp atlıyor. Bugün toplum muhafazakarlaşıyor mu tartışmalarının kökeninde aslında bu var. O bağladığı ağaç eğer hukuk, ortak değerler değilse, ya gelenekleri ya dini oluyor. Sen bunun yerine hukuku koyamamışsın, toplumsal yapıları koyamamışsın, yönetim düzenini sistemini koyamamışsın ve dönüp topluma kızıyorsun. Buna hakkımız yok ki.
Gündelik hayatın somut taleplerine odaklanmak siyaset için pratik bir çıkış yolu gibi görünüyor bu durumda?
Türkiye’deki siyasetin en büyük problemi, tüm partilerin bütün bu gerilimleri çözme iddiasında bir model üretmek yerine hep gerilimlerde pozisyon alması. Dünyadaki ve Türkiye’deki değişimin iki boyutunu göremediler. Türkiye’de yaşanan bu gerilim ve problemlerin sadece Türkiye’ye özgü olduğunu sanıyorlar. Sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçerken bütün dünyada hayat değişti. Bütün dünya bunun sancısını yaşıyor. Ne Kürt meselesi, ne laiklik tartışmaları, ne Alevi meselesi, ne kadın meselesi sadece Türklere özel problemler. Bunu yaşatan dinamiklerin bütün ülkelerde farklı sonuçları var. Ama bizim siyasetimiz bunu dışarıdan ithal edilmiş sorun sandığı için küreselleşmeye veya demokratikleşmeye karşı pozisyon alıyor ve bunun içinden yeni bir anlam dünyası da üretemiyor. O zaman içine kapanmak, daha ulusalcı veya milliyetçi olmak, daha korkmak gibi başka şeyler üretti. İkincisi, bilgiyle beslenemedikleri için bu yeni hayatın yeni bilgisinden yararlanma yollarını da bulamıyorlar. Bizim siyasetçiler nanoteknolojiyle siyaset arasında bir bağlantı nasıl olabilir farkında değiller. Dolayısıyla yeni bilimden beslenme imkânları yok. Bilişimin zihniyet dünyamızı ne kadar değiştirdiğinin, sağlık ve gündelik hayatımızda neyi değiştirdiğinin farkında değiller. O zaman eski pozisyonlarından gerilim üretiyorlar. Gündelik hayatın çok basit, sade ihtiyaç ve talepleri siyasetin konusu olmaktan çıktı. Bu ülkede Türkçe bilmeyen iki milyon Kürt var. İSKİ abone merkezi, bazı mahallelerdeki şubelerinde birer tane Kürtçe bilen memur oturtsaydı hiç kavga konusu olmadan hallederdik meseleyi. Veya türbanla 20 sene kaç tane kızımızın ve ailelerinin hayatını mahvettik. Bugün yeniden bir sakinleşmeye ihtiyacımız var. Yeniden gündelik hayatın ihtiyaçlarını, sade meseleleri konuşalım ve çözerek yürüyelim. Yeni bir hayat kuracaksak -ki bu kaçınılmaz- Türkiye bu gerilimleri artık taşıyamaz noktaya geldi.
Türkiye’deki aile yapısındaki bu tablonun kalıcı olacağını düşünüyorum dediniz. Bir taraftan Batı’nın gelişimi içinde bireyselleşmenin çok farklı perspektifler getirdiğini de biliyoruz. Bireyselleşememenin olumsuz yansımaları olur mu Türk toplumuna.
Evet, sanayi toplumu sosyolojisiyle bakınca bu sıkıntılı gibi görünüyor. Ama bizim kendi modelimizi üretmemiz lazım. İnsanları ya da toplumları daha iyi bir hayata doğru taşımanın kritik eşiği yaratma ve düşünme özgürlüğü. Eğer bunu sağlarsak, bireyler aileyle mi yaşıyor, cemaatlere mi bağlı, çok mu hemşehrici davranıyor önemi yok. Üreteceğimiz yeni model, ortak değerler aramak yerine ortak kurallar aramak üzerine olmalı. Hepimiz kendi evimizde nasıl istiyorsak öyle yaşayalım. Ama sokağa çıktığımız an hangi anadilde, hangi cinsel eğilimde olursak olalım, ortak kuralları oluşturabilirsek önemli bir eşiği aşarız. İki kritik nokta var. Birincisi, 10 bin yıllık insanlık tarihinin insan hakları gibi birtakım evrensel değerleri var. Birbirimizin kılık kıyafetinden, hangi dilde konuşacağımızdan dayatmak yerine ortak kuralları evrensel insan haklarına göre belirlemek gerekiyor. İkinci kritik noktaysa, yaratma ve düşünme özgürlüğünün önündeki engelleri kaldırmayı becerirsek gerçekten bunu aşarız. Geleneklerin veya aile yapısının bile bunların önünde engel olmamasını sağlayabilmek gerekir. Şimdi herkes anayasada vatandaşlık kavramını tartışıyor. Anayasaya düşünme ve yaratma özgürlüğünü koyalım. Çünkü bu topraklarda bir yandan da toplumsal yapının handikapları da var. Kadın meselesi bunlardan birisi. Toplumsal dönüşümün önünde en büyük zihni kelepçe kadın meselesi. Kendi gündelik hayatımızda hangi gelenekler, kurallar ya da tercihlerle yaşadığımızdan ayrı olarak, bağımsız ve özgürce düşünebilen insanların, cemaatlerin, kurumların üreteceği yeni hayat bize her zaman daha yararlı şeyler üretecek.
Bu röportaj Optimist dergisinin Mart 2013 sayısında yayınlanmıştır.